Uğur
Mumcu’nun 24 Ocak 1993’te öldürülmesinden üç gün önce, Ankara’daki evinde, bana ve o zamanki eşim gazeteci Ümit Aslanbay’a söylediği o cümleyi daha önce yazmıştım: “Apo’yla ilgili kitabım için müthiş belgeler buldum; devletle bağlantısını gördüm.”
Taraf’ın arşivine girip o sözü yazdığım yazıyı buldum demin; 31
Ekim 2008’de bu sütunda yayımlanmış. Başlığı: “
Ergenekon’un derinine inmek, geçmişine uzanmak.” Bir bölümü aynen şöyle: “Ergenekon 1999’da doğmadı. Soruşturmayı yürütenlerin tahminleri doğruysa, bu gizli örgütlenmenin geçmişi en az bir on yıl daha öncesine, yani Soğuk Savaş’ın sonuna, muhtemelen de çok daha gerilere gidiyor. Türkiye’nin bir türlü çözemediği ve bu çözümsüzlüğün de bir sonucu olarak, çoğumuzun bir ucuyla devlete dayandığını düşündüğümüz siyasi suikastlar 1990’lara ve daha öncesine uzanıyor.”
Yazının sonunda iki soru sormuşum: “Ergenekon’un ‘en az on-yirmi yıl geriye giden geçmişinde’ Mumcu cinayeti de var mı? Ve bu karanlık örgütün karanlık geçmişi deşilmedikçe, bu devletin derinine inilmesi ne kadar mümkün?”
Şimdi, bu sorularla biten yazımdan tam iki yıl sonra, yine benzer bir konuda yazmak için masanın başına geçince, geldiğimiz noktanın önemini daha iyi kavradım birden. 2008 sonbaharında, ne zaman başlayabileceğini ya da başlayıp başlayamayacağını benim tam kestiremediğim o çok elzem faaliyet, 2010 sonbaharında başladı zira; karanlık örgütün 1999 öncesinde kalan karanlık geçmişi de nihayet deşilecek. İster Türk Gladiosu deyin adına, ister kontrgerilla ya da “proto-Ergenekon” (ön Ergenekon), derin devletin 1990’lardaki suç dosyalarının birer birer açılmasına
tanık olacağız. Turgut
Özal suikastı ve ölümü üzerindeki şaibe de bunun parçası, Eşref
Bitlis olayı da,
Eşref Bitlis’in yakın ilişkide olduğu bir dizi subayın öldürülmesi de,
Uğur Mumcu dosyası da...
Haklarındaki
soruşturma tatminkâr bir sonuç elde edilmeden alelacele kapatılmış bu vakaların bir anda yeniden gündemimize gelmesi basit bir tesadüf değil. Birinci Ergenekon İddianamesi henüz açıklanmamışken ve bu karanlık yapılanmayla ilgili olarak bugünkünden çok daha az şey bildiğimiz günlerde, soruşturmayı yürüten bir yetkili bana şöyle demişti: “Biz sadece 1999 sonrasında, Ergenekon’un ‘Lobi’ belgesiyle yeniden yapılanması ertesindeki olaylara bakabiliyoruz şimdilik. Daha gerilere uzanmamız mutlaka gerekiyor ama bunun için henüz
erken.”
Öyle görünüyor ki, iki yıl sonra artık “erken” değil. Türkiye’de bugün, özellikle de 12
Eylül referandumunda alınan kuvvetli “Evet” sonucu ertesinde, devletin içinde 1990’lara neşter atma cesaretini gösterebilen bir iradenin olgunlaştığını düşünüyorum ben.
Esasen, Özalların bu iradenin harekete geçmesi için uzun süre beklediğini, “
Turgut Özal’ı 1988’de kim öldürtmek istedi ve Turgut Özal 1993’te niye öldü” sorularının referandum ertesinde yeniden sorulacağı ve bu kez cevapların hakikaten bulunabileceği yönünde kuvvetli bir güvene sahip olduklarını da, yine Özal ailesinin yakın çevresinden işittim.
Nitekim
Ahmet Özal,
Aksiyon dergisinin son sayısında
Muhsin Öztürk’e verdiği mülakatta çok çarpıcı açıklamalar yapmış. Özal, haklı olarak, 1993 yılı üzerinde duruyor ve devletin arşivlerinde o yılın karanlık olaylarına ışık tutabilecek bazı raporlar olduğunu ifade ediyor. Ahmet Özal’ın, Eşref Bitlis’le Turgut Özal arasındaki yakınlığı ve özellikle
PKK konusundaki işbirliğini anlattıktan sonra söylediği şu sözleri bir kenara not etmeliyiz bence:
“1993, bu işin bitirilme yılıydı. En son babamla 93’te Aşkabat’ta konuştuğumuzda, ‘Türkiye’ye döneceğim, PKK ve
Kürt meselesini bitireceğim’ demişti bana. Bunun bitmesini istemeyen güçler, her kimseler, derin yapı-PKK ilişkisini inceleyen Uğur Mumcu ile işe başladılar. Ocakta Mumcu, şubatta Bitlis gitti. Sonra (Adnan) Kahveci, sonra babam. Sırayla da
Madımak,
Başbağlar ve
33 er olayları. (...) 93, kavgaların başladığı yıldır ve o kavgalar on yedi yıldır devam ediyor.”
Muhsin Öztürk, bu olayların daha önce üzerine niye gidilmediğini sorguladığında da, “O yıllarda askerin ağırlığı çok fazlaydı” diyor Ahmet Özal, “Bugünle mukayese edilmez. Savcılar dokunmazdı böyle suç dosyalarına.”
Ben, Turgut Özal eceliyle mi öldü, yoksa iddia edildiği gibi zehirlenme ya da
ihmal kurbanı mı oldu, bilmiyorum. Bu belirsizlik, sadece Özal ailesinin ve benim gibi birkaç şüphecinin aklını kemirmiyor. Anketler, bu ülkede çoğunluğun Özal’ın öldürüldüğüne inandığını gösteriyor. Aynı şekilde, Turgut Özal’ın 1988’de kendisini kimin vurdurttuğunu bildiği ama açıklamadığı, bu konuda devletin arşivlerinde bazı raporlar olduğu söyleniyor. Biz, yine işin aslını tam bilmiyoruz.
1993’ün bütün karanlık olayları için söylenebilir bu. İyi haber, bu olayların aydınlığa kavuşturulması yönündeki iradenin şimdi çok daha güçlü olması... Kötü haber ise, tıpkı Ergenekon’un 1999 sonrası faaliyetlerinin soruşturulmasında olduğu gibi, proto-Ergenekon dosyalarının yeniden açılmasına da, orduda, poliste, yargıda ve medyada bir kesimin vargücüyle direnmesi. Yine de, 31 Ekim 2008 tarihli o makaleme bakmak umutlandırdı beni. İki yılda ne uzun bir yol gelmişiz meğer; karanlığın bekçileri nasıl da gerilemiş! Bu gidişin süreceğini düşünüyorum ben. Türkiye’nin o lanet 1993 yılının kanla mühürlenmiş sırlarının bir bir çözüldüğünü görmeye artık hazır olduğuna inanmak istiyorum.