330 bine yakın atanamayan öğretmen var. Ve binlerce
kanser hastası. Neredeyse hiçbirinin ismini bilmiyoruz. Biri hariç:
Şafak Bay. Onu özel kılan sadece hem kanser olup hem atanamaması değil. O, son beş yılına sığdırdığı benzersiz mücadelesiyle hem atanamayan öğretmenlerin simgesi oldu hem de hastalığa tutsak bedenlerin bir de
bürokrasi tarafından nasıl ezildiğinin.
Sondan...
Şafak’ı en son Cumhurbaşkanı Gül’ün devreye girmesi ile
tedavi için ABD’ye gitmesi, dönüp Türkiye’ye gelmesi ile anımsıyoruz. Anımsadığımız yerde Bay, devletin ABD’de tedavi için verdiği 300 bin doları Türkiye’deki tedavisinde kullandırmayan bürokratik ayak diremeye
isyan ediyordu. Bay’ın öyküsünün bu son kısmıyla bir kez daha öğreniyorduk ki bürokrasi bu topraklarda gerektiğinde Cumhurbaşkanı inisiyatifi de dinlemezdi.
Başa doğru...
Üniversitenin son sınıfında
KPSS’ye hazırlanırken kansere yakalandı Şafak. Bu, sadece bir tesadüf... Ama hayatının çerçevesini çizen bir tesadüf! Çünkü ondan sonrası KPSS ve kanser birbirine düşman yapışık
ikiz oldu Şafak’ın içinde. Tedavisini tamamlayıp tekrar “hayata bağlayan umutlarına” geri döndü ve KPSS’ye çalışmaya başladı. Umudu yalındı aslında: “İyileştikten sonra atanıp öğretmen olmak, yeni bir hayat kurmak, kız arkadaşıyla evlenmek, belki bir ev ve
araba.” Hepimiz gibi... İşte o umut için tek anahtar KPSS sınavına iyi hazırlanmaktı. Öyle yap tı Şafak.
Öfke...
Ama bulduğu, umduğundan çok farklı... Yoğun ve stresli sınava
hazırlık dönemi bir ara sağalmaya başlayan hastalığını başa alır, ağırlaşınca sınav kötü geçer ve dört yıl boyunca tekrarlayan deli diyalektten geriye; ilk zamanlar bacağında olan hastalığın koluna, omzuna, akciğerine sıçraması kalır. Ve bu, Şafak’ta kine dönüşür. Bir de garsonluk, bulaşıkçılık yaparak iki çocuğuna
bakan ve 10 yıldır atanmayı bekleyen abisinin hayatı vardır gözü önünde. Onu, giden sağlığını, kaybolan umudunu üst üste koyunca geriye pek bir seçeneği kalmaz: Sisteme lanet ve mücadele. Ölümüne.
Umut...
Yarattığı tatminsizliklerle etrafınızdaki çatık kaşları, patlamaya hazır insanları yetiştirmekte pek mahir bu çaresizlikler yurdu herkesten biraz daha bilenmiş birini armağan etmiştir bize artık:
Şafak Bay. Ama Şafak
öfkesini trafikte ya da markette
kuyruk kavgalarında değil , sistemle mücadeleye kanalize eder. “Sistemin yarattığı 300 bin çaresiz insan grubu” dediği atanamayan öğretmenleri bulur, örgütler, basın açıklamaları yapar ama etkisi olmaz. Tüm bu uğraş ona
hastane yatakları ve 40 artı dikiş olarak geri
döner ama Şafak bu arada kendi acısıyla birlikte sessiz sedasız
intihar eden, bunalıma giren arkadaşlarını düşünür. Artık geriye tek bir çare kalmıştır sesini duyurmak için: Açlık grevi. Özellikle Şafak’ın hasta hali ve dikişleriyle
açlık grevinde olması her şeyi magazine yazan basının özel ilgi sebebidir. Ve o utanç teklifi gelir: “Hastalığını, dikişlerini işleyelim. Yoksa haber çıkmaz.” “Kabul ettim” diyor Şafak. “Hoşuma gitmedi ama kendimi feda ettim. Beni ezik de gösterebilirsiniz, duygu sömürüsü de yapabilirsiniz ama yeter ki bu öğretmenlerin sorununu çözün.” Gerçekten de o haber yapılır ve ilk kez o çaresiz insan grubu umutlanır.
Twitter nelere kadir?
Artık Şafak Bay atanamayan öğretmenlerin mücadele simgesiydi. Ama hastalığı? Kafka’nın resmettiği bürokratik işkenceyi aratmayan süreç sonunda doktorlar ‘yapacak bir şey yok” diye eve gönderirler. Şafak, vazgeçmez. “Olmalı” der ve yurtdışı tedavilerini araştırır. Az da olsa yurtdışında umut vardır ama o umudu satın alacak para Şafak’ta yoktur. Bir yıl boyunca çalmadık kapı bırakmaz ama sonuç alamaz. Ve sonunda ‘olmak ya da ölmek ’ dediği o son eyleme karar verir: Açlık grevi. Sonrasını biliyorsunuz. Twitter bu grevle çalkalanır,
Abdullah Gül ilgisiz kalmaz, söz verir ve ABD yolu geç de olsa açılır.
Şimdi Şafak Türkiye’de. “Olacaksa, şu birkaç aylık süreçte daha iyi bir ortamda tedavi olmak istiyorum sadece. Şafak öğretmen lüks istemiyor, cebine para girsin istemiyor. İyi bir doktor, iyi bir hastane ve yaşama şansı yüzde 10-15 artsın istiyor. “Herkesin anlayabilmesi lazım bunu” diyor. Bu süreçte Bakan Davutoğlu ve eşiyle iyi diyaloglar kurmuş. Şimdi tekrar hayata tutunmak için onlardan gelecek bir
telefon bekliyor. Devletin varlıklarından bile habersiz olduğu benzer binlerce hastayı anımsatıyorum Şafak’a. “Şanslısın yine de” diyorum: “Ben bana ayrıcalık tanınsın demiyorum. Herkese bu olanaklar tanınsın. Belki bu mücadelem benim durumumdaki benzer onca hasta için bir
düzenleme yapılmasına önayak olur. Daha çok bununla ilgiliyim” diyor. Utanıyorum.
İnsani gerekler lüks müdür?
Utançtan umut çıkarmaya çalışıyorum. Acaba en temel insani gerekleri bile birer lükse dönüştüren ve karşılığında ölümüne mücadele isteyen sözde sosyal devletin kudretli yetkilileri de bu utançtan kendilerine pay çıkarır mı? Düşünüyorum.
Veda!
“
Hayat, boyuna geriye bırakılmış bir ölümdür” der Hegel. Eğer neyi yaşadığınızı bilirseniz, o an gelince şaşırmazsınız. Uzatmaya gerek yok, Radikal’deki son yazımı okuyorsunuz. İki yıl boyunca istedim ki yediğim içtiğim bana kalsın, görünenden öte, gösterilenden öte gördüklerimi anlatayım. Anlattım.
Her gün gözünüzün içine sokulan
gündem kahramanları kadar kıyıya atılmışların da yaşamın içinde tuttukları yeri işaret etmek istedim. Çok az insanın kendine dert ettiği detay konuları (Teşekkürler wineglass) bu yüzden öne aldım. Kudretli paşalara methiye düzmek yerine vicdani retçileri bu yüzden önceledim. Meşhur tutuklular için ah vah eden kervana katılmak yerine isimsiz hukuk kurbanlarını bunun için yazdım. Vicdanın, sadece şöhretlilere değil sıradan insanlara da kanadığı zaman gerçek anlamını bulabileceğine mim koymaya çalıştım. Oldu mu? Sanırım.
Ama özellikle yaptığım şeye karşı ‘yap bakalım oluyor mu?’ tavrını sevmedim. Gidiyorum. Başka bir yerde yine birlikte oluruz muhtemelen. Hoşça kalın.