12
Eylül referandumu iyi geldi Türkiye’ye. O bol “
evet”li geceden bu yana memlekette bir sükûnet, bir rahatlık, bir hoşluk var. CHP’ye bile bir haller oldu.
Allah bozmasın.
Bu olumlu hava, bazılarının “ikinci
Kürt açılımı” dediği yeni bir süreci de başlattı. Terörün geri çekileceği, silahların susacağı, sivillerin konuşacağı bir dönem gözüküyor önümüzde. Bu da çok iyi.
Ancak Kürt vatandaşların bu dönemde öne sürecekleri bazı talepler var ki, bunların belki de en önemlisi olan “dil” meselesinde
Başbakan ilk baştan bir “kırmızı çizgi” çekti: “Kimse bizden resmî olarak anadilde eğitim beklemesin” dedi.
Tabii, diğer bazı yazarların da işaret ettiği gibi, burada önemli bir nüans var. “Anadilde eğitim,” tüm eğitim dilinin
Kürtçe yapılacağı, yani matematiğin de fiziğin de Kürtçe okunacağı bir okul sistemini ifade ediyor.
Ama bir de “anadil eğitimi” opsiyonu var. Yani, mevcut okul sisteminin devam etmesi, sadece isteyen öğrencilerin “seçmeli
ders” olarak haftada bir kaç saat Kürtçe dersi görebilmesi.
Ben Başbakan’ın baştan kapattığı yolun sırf “anadilde eğitim” olduğuna inanmak istiyorum. Çünkü öyle bir paralel eğitim sistemi, gerçekten hem çok zor, hem de “iyi
Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları” yetiştirebilir ve dolayısıyla “iki milletli” bir yapı ortaya çıkarabilir.
Buna karşılık devlet okullarında seçmeli Kürtçe dersi niçin olamasın?
Öncelikle, bunun “
resmi dil Türkçe’dir” hükmüyle hiçbir ilgisi ve çelişkisi yok. Aynı okullarda onyıllardır
İngilizce, Almanca veya Fransızca dersleri yok mu?
Öte yandan, seçmeli Kürtçe dersi, Kürt öğrencileri Türkçe öğrenmekten alıkoyacak bir şey değil. Sadece standart milli eğitimi alırken bir taraftan da kendi anadillerini canlı tutabilecekler. Bu da biz Türklerin diğer ülkelerde yaşayan tüm “ soydaş”larımız için yana-yakıla istediğimiz bir hak.
Hem bakarsınız anadili Türkçe olan kimi öğrenciler de belki seçer Kürtçe dersini. (Hatta, bana kalırsa, Kürtçe’nin yanına bir de
Arapça ve bilhassa
Osmanlıca dersleri koyalım ki, kendi dedelerinin yazdığını okuyamayan köksüz bir millet olma ucubeliğinden biraz olsun kurtulalım.)
Tüm bunların ötesinde, devlet okullarına Kürtçe’nin girmesinin asıl önemli sonucu, Kürt vatandaşlar arasında yaratacağı “benimsenme” ve “saygı görme” hisleri olacaktır.
Toplumun Türk çoğunluğu ekseriyetle pek anlamıyor bu kritik “his” meselesini. Bu yüzden de Kürtlerin taleplerini hep istemeye istemeye, azar azar, lütfedermişçesine kabul etme eğilimindeler.
Oysa, tam aksine, biraz
jest yapmak ve gönül almak lazım.
Hele d
e devletin düpedüz suçlu olduğu dil meselesinde...
Bakın, Kürt milliyetçilerinin kullandığı “geri bıraktırılma” diye bir laf var. Bununla, güneydoğunun az gelişmişliğinin devlet tarafından kasten yaratıldığını ima ediyorlar. Oysa bence böyle bir şey yok; sadece tarihsel ve coğrafi şartların
doğal sonuçları var. Aksine, devlet o bölgeye çok
yaptırım yaptı.
Ancak dil alanında bir “geri bıraktırılma” gerçekten de var. Kürtçe 80 yıldır yasaklanmış olmasaydı, bugün kuşkusuz kelime dağarcığıyla, edebiyatıyla çok daha gelişkin bir dil olurdu.
Bu haksızlığı yapmış olan devlet, tahribatı
tamir etmek için, sadece serbestiyet değil, aynı zamanda
destek de getirmelidir Kürtçe’ye.
Seçmeli ders, bunun ideal bir adımı olacakır.
Son bir not: Emniyet müdürü Hanefi Avcı’nın gözaltına alınması tatsız bir durum. Umarım sonu “
tutuklu yargılama”ya bağlanmaz. Öyle olursa, Avcı’nın kitabındaki iddialar kamuoyu gözünde çok daha inandırıcı hale gelecek, hukuka
inanç bir kez daha zedelenecektir.