Tophane'de sanat galerisinin açılışına ve defilenin
Mardin Kasımiyye Medresesi'nde yapılmasına verilen tepki münferit olaylar değildir.
Üzerinde hayli etraflı düşünülmüş bir proje ve belli bir amaç çerçevesinde yürütülmekte olan derin ve kapsamlı bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirilirken ortaya çıkan ve bundan sonra artarak devam edeceği anlaşılan olaylardır.
Kemalist dönemde daha doğrudan ve kaba yöntemlerle empoze edilen dönüşüm, post-kemalist dönemde daha sözde
sivil ve yumuşak yöntemlerle yürütülürken, ortaya çıkan tepki zaman içinde toplumsal kişiliğin yarılması gibi şizofrenik bir sonuca yol açabilir. Bundan ya yeni politik-toplumsal bir kopuş olur veya programlanan dönüşüm amacına ulaşır.
Geçen yazıda, (Tophane ve Mardin olayı) "farklı yaşama biçimlerinin nasıl bir arada yaşayacağı ve kamu otoritesinin kimden yana tutum alması gerektiği konusu"yla ilgili olduğuna işaret etmiştim. Bu, 200 senedir Batılı ülkelerin desteğinde
Müslüman toplumlara dışarıdan ve yukarıdan empoze edilen, kimi zaman emredici politikalar kimi zaman taşıyıcı araçlarla bu toplumların iç hayatlarına sokulmak istenen
modernizasyonun günümüzdeki versiyonudur. Kemalizm, bunu otoriter yöntemlerle yapıyordu. Post-kemalizmde yöntemler değişiyor.
Dünyanın modernizasyonu, bugünkü zengin ülkelerin
refah ve gücünün devamının teminatıdır.
Küresel kapitalizm bunu bir proje olarak sürdürüyor. Bunun yanında modernizasyonun emredici ve taşıyıcı yöntemleriyle düşünen ve yaşayan belli bir toplumsal zümrenin varlığı bir gerçektir. Bu zümre
İslami, geleneksel ve Doğu'ya ait entelektüel-felsefi birikimi ve yaşama tarzını reddetmekte, adına "modern veya çağdaş" dediği laik/Batılı yaşama tarzını toplumun geneline yaymak istemektedir.
Serdar Turgut, farklı yaşama tarzlarının bir aradalığını Habermas ve Foucault'dan hareketle iki teorik çerçeveden anlattığı yazısında (Haber Türk, 25
Eylül), ya karşılıklı uzlaşma veya güç ilişkisini temel alan
iktidar perspektifinden soruna bakabileceğimizi söylüyor. Mardin olayı iktidar ilişkisi zemininde ele alındı, Valilik Başbakanlık'ın bilgisi dahilinde bu iş olacak dedi, oldu; ama 500 polisin eşliğinde. Bir iktidar partisinin kendi asli
seçmen kitlesine karşı 500 polis eşliğinde bir etkinliği yürütmesi hüzün vericiydi.
Ben, Habermasçı ve Foucault'cu bakış yanında, İslami-geleneksel bakış açısının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, tarihte her yerde yaşandı. Mardin'de
içki her zaman içilmiştir. Hıristiyanlar kendi evlerinde, Müslümanlar da aleni olmayan mekânlarda içki içmişlerdir. Şarap imalatı da sürmüştür, ama bunu genellikle gayrimüslimler yapmışlardır. Bugün dünyanın en çok turist alan ülkelerinden biri olan Mısır'da içki turistik yerlerde ve Hıristiyan-Kıptilerin ağırlıklı olarak yaşadığı bölgelerde üretilmekte, satılmakta ve içilmektedir. Müslümanları korkutan şey münkerin alenileşmesi, yayılması ve kanıksanmasıdır.
Tarihte yaşanan tecrübe dinler arasında belli bir uzlaşma zemini yakalamıştı. Modern sorun şu ki, dinler -özellikle İslam dini- ile
laiklik ve laiklerin genelleştirmeye çalıştıkları yaşama tarzı arasında bir uzlaşma noktası bulunmuş değildir. Tek taraflı olarak laikler, devlet otoritesini arkalarına alarak kamusal hayatı, kamusal alanları zaptetmekte, kendi yaşama biçimlerini genelleştirmekte; başörtüsü yasağında gözlendiği üzere İslami görünürlüğü ve ifade biçimini toplumsal hayattan tümüyle arındırmak istemektedirler.
Burada iki soruya
cevap aramamız gerekecek:
1) Laik yaşama tarzı İslami ve geleneksel hayat alanlarına müdahale eder, kamusal alanlardan dini arındırmaya çalışırken, buna dinî hayatını ciddiye alan insanlar ne kadar ve niçin tahammül edecek?
2)
Kamu otoritesi, doğası gereği topluma belli bir din, belli bir mezhep ve belli bir
felsefe veya ideoloji empoze etmemesi gerekirken, hangi hakla şu veya bu -
Türkiye örneğinde laik yaşama tarzını, Mardin örneğinde
Cemil İpekçi defilesini- destekleme ve empoze etme misyonunu ve görevini üstleniyor?