Dünyaya açılmak, farklı kültürlerin içinde, kendi değerlerini kaybetmeden yaşayabilme ihtiyacını derinden hissettiriyor.
Müslüman hassasiyetiyle hareket edenler için temel
gıda maddelerini tedarik bile mesele oluyor birçok ülkede.
Bizler yaygın olarak
yabancı kültürlerin içinde özellikle de onlara muhtaç olarak yaşama pratiğini
Avrupa'da tecrübe etmiştik. Avrupa kültürü ile bizim işçilerimizin eğitim ve kültür seviyesi arasındaki farka bağlı pek çok sebepten ötürü kaybolup gitme korkusu sardı içimizi yıllarca. "Alamanya kardeşimi geri ver" muhtevalı
yanık türkü kasetleri yankılandı musiki dünyamızda.
Mesafeli durmak, yabancı kültürün etkisinden korunabilmek için gerekli görülüyordu. İnsanımız yaşadığı ülkenin dilini öğrenmemeyi milli duruşun icabı görüyor, hatta bundan gurur duyabiliyordu. Zaman ilerledikçe, uzak durmanın milli değerleri korumaya hiçbir faydasının olamadığı ortaya çıktı. Çünkü çocuklar ve torunlar, yani ikinci ve üçüncü nesil hiç de ataları gibi düşünmüyordu. Zaten Avrupa da geçen zamanla birlikte gurbet olmaktan çıkıp vatan olmuştu bile...
Efgan Yeşildağ'ın
Avusturya'da yaşayan Türk aileler üzerinde yaptığı araştırmalar da vatandaşlarımızın üzerindeki korkuyu attığını gösteriyor. Mesela, "Entegrasyondan ne anlıyorsunuz?" sorusuna verilen cevaplardan sadece yüzde 3,7'si "asimilasyon" diyor. Yüzde 2,5'i ise "Avusturya'nın kültürünü benimseyip yaşamak." diyor. Entegrasyondan "Avusturya kültürüne saygı duyarak ve yasalara bağlı kalarak kendi kültürünü yaşamaktır." diyenlerin oranı ise yüzde 56. "Avusturyalılarla
diyalog kurmak" şeklinde anlayanların oranı yüzde 14,8; "Avusturya'nın dilini öğrenip, kendi kültürünü yaşamaktır." diyenlerin oranı da yüzde 7,7.
Amerika tecrübesi Avrupa'dan çok farklı bir biçimde girmişti hayatımıza. Yazları köye gelip, üç-dört katlı tuğla binalar diken Alamancılara mukabil Amerika'dan gelenler mesela, Süleyman
Demirel gibi devletin başına geçiyordu. Korkut
Özal gibi
bakan oluyor,
Turgut Özal gibi ekonomiye damgasını vurduktan sonra önce hükümetin, sonra da devletin başına geçerek Türkiye'nin yönünü değiştirebiliyorlardı. Akıbetleri pek hayırlı olmasa bile Özal'ın prensleri Türkiye'de liberal anlayışın kökleşmesi açısından bir hayli etkili oldu.
Adnan Kahveci gönüllerde taht kurdu.
Yani Amerika'dan gelen Türkler farklıydı. Alamancılara benzemiyordu. Özal'lı yıllar "bir başka" insan olarak dönebilmenin yolunun Amerika'dan geçtiğini zihinlere kazımıştı. Amerika'daki Türklerin Alamancılara benzeyenleri de vardı şüphesiz. Bir dost kanalıyla geçim kapısı olarak kendisini uzak kıtaya atmış vatandaşlarımızdı bunlar. Sonra onlar da kendi dostlarının elinden tutmuş ve böylece Amerika'da
küçük de olsa bir topluluk oluşturmuşlardı. Farkları Alamancılar gibi dil öğrenmeme ve katıldıkları topluma mesafeli durma taraflarının olmayışıydı. Amerika'nın rahatlığı onları da bir hayli rahatlatmıştı.
Birinci ve ikinci körfez harbinin ardından Amerika gelip, Irak'a yerleşince bir anda komşu oluverdik.
Bu arada küreselleşme ve yeni bir dünya düzeni kurma ütopyaları kaplamaya başladı fikir ortamlarını. Amerika bu ütopyayı gerçekleştirme sevdasına kapıldıysa -ki öyle- farklı kültürleri ve etnik grupları tolere edebilecek yeni açılımlar geliştirmesi gerekiyordu. 11
Eylül ile birlikte farklı açılımların üzerine
terör gölgesi düşünce Amerika'da muhafazakâr eğilimler güç kazanmaya başladı.
Bizim açımızdan da, mademki küreselleşme ve yeni bir dünya düzeni var gündemde, farklı kültürlerle pozitif ilişkiler içinde bir arada yaşayabilmenin imkânı önem arz etmeye başlamıştı. O günlerde fikrimi entegrasyon açısından
Amerikan demokrasisini incelemek meşgul etmeye başladı. Temaslar ve çalışmalar belli bir noktaya geldi. Amerika'ya bir-iki ziyaret ve orada yapılacak görüşmelerin ardından haber inşallah tamamlanacak gibi. Ve ben haberi çalışırken geçen zaman gösterdi ki, gerçekten de sürprizlerle dolu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Belki de zamanın
altın diliminde...