Referandumda “
sivil vesayet”in de onayladığı yaygarasını kopartan kesimler, Tophane’deki saldırıyı ellerini ovuşturarak karşıladılar.
Doğan grubu tüm gün yayınlarını bu olaya ayırdı; ipotek hâlâ da devam ediyor.
Medya Mahallesi’nin dedikoducusu Ayşenur Aslan ilerlemiş astigmatıyla mevzuu “görenler ve görmeyenler” üzerinden yorumlamaya çalıştı. Neticede ortaya çıkan realist bir tablodan ziyade, ilk gün saldırıyı birinci sayfadan görüp ertesi günse tam sayfa işleyen gazeteleri bile mahkûm eden sanatsevici Ayşenur Hanım’ın sürrealist mutluluğunun resmiydi!
Akşam’ın bizleri umutlandırdıktan sonra halen ABD’ye yerleşmeyen yazarı
Oray Eğin ise,
Sözcü gazetesinin perşembe günkü manşetinin tüyosunu kimden aldığını açık eden yazısıyla bizlere Madımak’ı hatırlattı. Hazretleri, bu iğrenç saldırının yalnızca kendisinin bildiği sorumlularını ise sona saklamıştı, öğrenelim:
“Hasan Cemal’den güç alıyorlar.
Lale Mansur’dan, Zeynep Tanbay’dan, Halil Ergün’den,
Cengiz Çandar’dan, Sezen Aksu’dan... Bunca yıl ‘Yaşam tarzımız tehdit ediliyor’ diyenlere karşı ‘
Türkiye demokratikleşiyor’ diyenlerden. Türkiye’nin ‘ileri demokrasiye’ geçtiğine inananlardan, bunu canla başla savunanlardan.”
Eğin’in neyin kafasıyla bu tesbitte bulunduğunu bilmiyorum ama içinden sanatın da geçtiği bir mevzuda fırsatını bulmuşken “evetçi sanatçılarımıza da çakayım” demesi karşısında “Yetiş ya
Picasso yetiş ya Dali!” demekten daha mantıklı bir yol göremiyorum.
Kemalist kişilik bozukluğundan mustarip camianın
kıyamet alâmetlerinden sonuncusu saydığı, AKP’nin gizli ajandasındaki son aşama olan
referandum maddesinin yanına da çentik atmasının ardından yoğunlaştığı iddia edilen bu olaylar, taşra kültürünün yaygın olduğu her yerde olduğu gibi bizim memleketin de karakteristiğidir.
Paralı güzel kadınların, yakışlıklı adamların, üstelik de
akşam hava karardıktan sonra, biraraya gelip sergi ya da konser kokteyllerinde kadeh tokuşturmaları, dünyanın her yerinde o hayatın yakınına bile yaklaşamayan
yoksul gençleri hırçınlaştırır. Çoğu zaman da bu
sokak kedileri, ciğerci kedilerine saldırır.
Hele hele çevrelerinde, kendilerindeki şiddet potansiyelini
altın madeni olarak gören milliyetçi ve dinci simsarlar varsa, gençlerin bu enerjisi, politik atmosferin manipüle edilmesi için adeta
nükleer reaktör vazifesi görür.
Saldırının ardından kameraların karşısına geçen mahalleli de elbette ki çocuklarının “terbiyesizliğine” makul gerekçeler bulmaya çalıştı. “Kadınlara laf atıyorlardı,
gürültü yapıyorlardı, bize tükürüyorlardı” falan dediler. Ne diyeceklerdi ki?
Başbakan’ın tabiriyle “sulu kuru takılan” yani dinî hassasiyetleri benden bile zayıf olan gençlerin membaı semtlerin her birinde onlarcası yaşanıyor bu olayların. Çinçin’de, Dolapdere’de, Kadifekale’de, Suriçi’nde...
Gece Aşk-ı Memnu’nun yüzüncü tekrarını izlediği kondusunun, sabah yüzünü yıkamak için çıktığı avludaki lavabosunun aynasından, Ataköy’ün trilyonluk evlerinin aksini gören her gencin içindeki burukluğun aksisedası bu olaylar.
Hatta genç yaşta büyük şehre gelip flört nedir, gece hayatı nedir bilmeden işe koyulan ve o olayları engellemeye memur edilmiş yirmi yaşındaki bir polis memurunun içinde de vardır, bu “
sınıf kini”.
Bunları Tophane’deki saldırıyı masumlaştırmak ya da gerekçelendirmek için söylemiyorum. Bilakis tek amacım, birarada
yaşamamızın önündeki temel sosyolojik problemlerimizin, bir siyasal iktidara husumetten kaynaklanan
hedef saptırmalarla gölgelenmesine, bizi sorundan uzaklaştırmasına, dahası yaramızı derinleştirmesine karşı çıkmak.
Salı akşamı Tophane’de yaşanan rezalet, westernlerden âşina olduğumuz, kasabaların girişlerine asılan “biz burada yabancıları sevmeyiz” sloganının dışavurumudur.
Doğrudur, belki saldırganları dünden razı oldukları edimlerinin ‘meşruiyeti’ konusunda yüreklendiren bir cemaat de vardır orada; bölgedeki rantın iştahlarını kabarttığı mafyavari emlak simsarlarının da etkisi olmuştur. Ama bu boyut, yaşananların sistematik bir tehdit olup olmadığı ya da farkında olunacak bir tehlikeye mi işaret ettiği şeklindeki soruların yanında ancak ve ancak teferruattır. Bu kriminal nokta, politikanın belirleyiciliği cenderesinden ne yazık ki halen kurtulamayan memleketimde tali bir konudur.
Yapmamız gereken, sinekten yağ çıkartıp ülkenin içinde bulunduğu dönüşüm sürecinde safları keskinleştirmek değil, birarada yaşama irademizi güçlendirecek teşhislerde bulunmak ve tedaviye odaklanmaktır.
Ve biraz da, Taraf’ın dün ilk sayfasında söylediği gibi delikanlı olmaktır.
Herkese geçmiş olsun.