Referandumdan birkaç gece önce telefonum çaldı. Ekrana çıkan numara yurtdışından arandığımı söylüyordu. Kime ait olduğunu bilemediğim bu telefona kısa bir tereddütten sonra
cevap verdim.
Karşımda eski bir dost. Demir gibi bir adam, can dostu bir beyefendi. Sesindeki titreyişten duygu yüklü bir şey anlatacağını hissettim. "Hayrola?" dememe kalmadı o, heyecanla nakletmeye başladı. "Az önce
Hocaefendi ile beraber haberleri seyrediyorduk. Ekrana arşivden bir görüntü geldi.
Fethullah Gülen Hocaefendi ile
Alparslan Türkeş, bir üniversitenin açılışında beraberdi. Rahmetli Başbuğ, Hocaefendi'ye bu millet için yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür ediyor, yurtdışındaki eğitim faaliyetlerinden dolayı
tebrik ve takdirlerini ifade ediyordu. Hocaefendi ise büyük bir tevazu ve mahviyet içinde Türkeş'e, 'Siz bize ışık oldunuz...' diyordu. O konudaki tahayyül ve tasavvurlar için de teşekkür ediyordu."
Telefondaki dost, soluk almadan bu tabloyu naklediyor, az önce yaşadığı heyecana beni de ortak ediyordu. Haberlerdeki tabloyu bitirdiğinde sesi soluğu kesilir gibi oldu. Belli ki gözyaşlarını tutmak için büyük bir çaba harcıyordu. Dedi ki: "Haberler devam ederken Hocaefendi'ye baktım. Başını öne eğmişti. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bu manzarayı yaz lütfen! Ne oldu da Başbuğ'un emaneti olan bir nesille o hatıra karşısında gözyaşlarını gizleyemeyen Hocaefendi arasına görünmez bir perde indi?"
İşin doğrusu telefondaki samimi sesi dinlerken ben de çok duygulandım. Zira bilebildiğim kadarıyla rahmetli Türkeş'in Hocaefendi'ye yazdığı mektuplar var. O mektuplarda Başbuğ, Hocaefendi'nin vesile olduğu hizmetleri can u gönülden alkışlıyordu. Hocaefendi o mektupları hâlâ aziz bir hatıra olarak muhafaza ediyor...
18
Nisan 2005'te Devlet Bahçeli'yi ziyaret etmiş, muhabbet etmiştik. Yanlış anlamaları gideren bir sohbetti o. En azından dertleşmiş, güzel bir röportaja
imza atmıştık. İyi bir Beşiktaşlı olan Bahçeli'yle
futbol konuşmuş,
Ferdi Tayfur hayranlığını okurla paylaşmış; MHP liderinin dünya vizyonu üzerine harika bir söyleşi yapmıştık.
Sohbet esnasında dayanamayıp, "Efendim, rahmetli Başbuğ'un Hocaefendi'ye yazdığı takdirkâr ve kadirşinas mektuplar var; Hocaefendi o mektupları muazzez emanetler gibi saklıyor. O günden bugüne ne değişti? Başbuğ mu yanılıyordu; yoksa bugün doğru gitmeyen bir şey mi var?" demiştim. Devlet Bey sakin bir ses tonuyla ve inandırıcı bir üslupla şöyle demişti: "Doğrudur; rahmetli Başbuğumuz Sayın Gülen ile ilgili hep 'Efendi Hazretleri' der, bizden saygı göstermemizi isterdi. Değişen bir şey yok. Belki
iletişim eksikliği var."
Doğru bir cevaptı Devlet Bey'in söyledikleri. Hocaefendi hiçbir zaman
ülkücü hareket hakkında kötü bir düşünceye sahip olmadı. Ülkücü hareketin mecbur kalıp girdiği bir yolda uyguladığı bazı metotları doğru bulmadı! Ama bunları bile, "Keşke öyle yapmasalar..." temennisiyle şerh etti. Ülkücü taban da Hocaefendi'ye karşı hep saygılı kaldı. Türkeş'in cenaze namazını hatırlamak bile yeterince açıklayıcı bir manzaradır. Şiddetli kar yağışının altında Başbuğlarını son kez uğurlayan
genç kadro, o törene gelen bazı siyasileri
protesto etmişti. Hocaefendi sağlık problemlerine rağmen
vefa göstermiş, cenazeye gelerek Türkeş'i uğurlamıştı. Oradaki gençlerin Hocaefendi'ye teveccühleri o kadar aşikârdı ki!..
Türkeş'in Hakk'a vasıl oluşunun üzerinden uzun zaman geçti. Kader rüzgârları kimilerini bir uçtan bir uca savurdu. Hocaefendi hep olduğu yerde durdu ve sinesini herkese açtı. Vakıa, öyle zamanlar oldu ki bazı burkuntular yaşandı. Mesela bir dönem Hocaefendi'ye medyatik bir
linç yapıldı. Rahmetli Ecevit büyük bir cesaretle iftiraların karşısında durdu. Benzer bir tutum Devlet Bey'den de beklendi.
Derin bir sis çöktü dost bilinen dağların zirvesine. Olsun. Bu da sineye çekilebilirdi. Ne var ki bazı dostların attığı gül, başkasının attığı oktan daha yaralayıcıydı. Mesela bir çilenin gereği yurtdışında kalan ve ikamet edilen her saniyede ızdırap çeken bir insan için saygısız bir dille, "Amerika'da niye kalıyor?" dendi. Aslında problem nerede kaldığı değil; canından aziz bildiği ülkesinde bazı karanlık yapıların kirli planlar yapmasıydı. 'Bitirme planları'nı göz ardı ederek sorulan sorular bir zaman sonra hiçbir mümine yakışmayacak ithamlara dönüştü. Ağza alınmayacak sözlerin önüne Devlet Bey geçmeliydi. O civanmertlik MHP liderine yakışırdı. Ne yazık ki olmadı. MHP'ye sonradan gelen ve mukaddes çileden bîhaber seçkinler güruhu, ülkücü hareketi aslî çizgisinden alıp bambaşka bir çerçeveye sıkıştırdı. Oysa bu tarihî akımın ana damarı Türk-
İslam ülküsü uğruna "derviş-gaziler" yetiştirmeyi, "Alperenler"i tebrik ve
teşvik etmeyi gerektiriyordu...
REFERANDUMDAN ÇIKARILACAK DERS MHP'Yİ İKTİDAR BİLE YAPABİLİR
Referandum öncesi MHP yönetimi maalesef yanlış bir yola girdi. Keşke öyle bir hataya
boyun eğmeseydi. Ne gereği vardı ülkücü hareketin çektiği onca çileye aldırış etmeden "
darbe anayasasını" desteklemeye? Belli ki bu talep ülkücü camianın içine sinmeyecekti.
Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) yanlış kararları ortadayken, "Aman bu yapı aynıyla korunsun!" demek MHP'ye ne kazandırabilirdi ki!. HSYK'daki çarpık yapıyı korumak o yapının
mağdurları arasında olan MHP'ye yakışmazdı.
YAŞ kararları nedeniyle yüzlerce mağdur insan ortadayken MHP'nin o kararların üst yargıya denetime açık hale gelmesine karşı çıkmasının bir anlamı yoktu. MHP yönetimi kendini inkâr edecek, vicdanları sızlatacak bir karara imza attı ve ma'şeri vicdan bu tavrı benimsemedi. Parti yönetimi bu çelişkileri söylediğinizde maalesef gerçekle yüzleşmek istemedi.
Referandum sonuçlarını iyi değerlendiren bir MHP yönetimi çok doğru bir strateji geliştirebilir. Hatadan çıkarılacak
ders sayesinde
iktidara ortak olmak bile mümkün. Yeter ki ders alınsın, özeleştiri yapılsın, tabandan yükselen feryada
kulak verilsin...
Dost uyarılarını dikkate almak yerine
referandumdan suçlular listesi oluşturmak; o listenin ön sıralarına "cemaat" ve "Sayın Gülen"i yazmak çok büyük bir hata. Dost acı söyler; ama doğru söyler. MHP özüne dönmeli, varlık nedenini inkâr eden bir yola girmemeli. Ve daha önemlisi, dostlarını incitmemeli!..