İçte ve dışta
ekonomik odakları yakın takipte tutan çevrelerle şu günlerde sohbet ettiğiniz
vakit ön plana çıkan bazı noktalar var.
Şöyle özetlenebilir:
(1)
Türkiye 2009’daki
krizden çıktı, ekonomi iyiye gidiyor; toparlanma beklenenden hızlı oldu; bu nedenle ekonomik istikrar ağır basıyor.
(2) Referandum sandığından çıkan yüzde 58, Erdoğan hükümetine dönük bir ‘güvenoyu’dur ki, bu da siyasal istikrar kapısını açtı.
(3) Erdoğan’ın üslup ve
yönetim tarzından kaynaklanan bazı tedirginlik ve soru işaretleri yine var.
(4) Ancak siyasal ve ekonomik istikrarın varlığı, dışarıda da Türkiye’nin “iş yapılabilir, yatırım yapılabilir” bir
ülke olarak görülmesine yol açıyor.
Ekonominin iyiye gittiğine dair göstergelerden biri ekonomik
büyümeyle ilgili. 2009’un ilk yarısında ekonomisi yüzde 11.1 küçülen Türkiye, bu yılın ilk yarısında yüzde 11’lik büyüme ile dünyada Çin’le birlikte zirveyi paylaştı.
Yine aynı dönemde
faiz oranları yüzde 13.8’den 8.5’a, işsizlik yüzde 13’den 10.5’a,
bütçe açığı yüzde 23.2’den 15.4’e düştü.
2009’un ilk yarısıyla bu yılın aynı döneminde, ihracat 51.4 milyar dolardan 58.4’e, ithalat 59.5 milyar dolardan 79.3’e çıktı, (Mahfi Eğilmez’in 19
Eylül 2010 tarihli
Radikal’deki yazısından).
Ekonomik büyüme konusundaki beklentiler olumlu seyrediyor. Bu yıla ilişkin
büyüme tahminleri genellikle yüzde 6 ile 7 arasında değişiyor.
Bir soru:
Seçim ekonomisi uygulanabilir mi?
Ekonomiden sorumlu
Devlet Bakanı Ali
Babacan, “Sayın
Başbakan’ın talimatı var,
seçim ekonomisi olmayacak” dedi.
Bu nereye kadar inandırıcı?..
Bu soru da meşru.
Çünkü seçim ekonomisi var, seçim ekonomisi var.
Türkiye en geç 10 ay sonra genel seçimlere gidecek. Başbakan Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki, seçim öncesinde elinin serbest olmasını istiyor. Eğer böyle bir niyeti olmasaydı,
Mali Kural Yasası’nın çıkmasına yeşil ışık yakardı.
Ama yakmadı.
Ekonomi büyürken,
vergi gelirleri artarken, hükümetin eline de seçim fonu olarak da kullanabileceği ek bir harcama imkanı geçiyor.
Hükümet seçime gid
erken, şöyle ya da böyle, ama mutlaka bir şeyler tırtıklayacaktır bu fondan. Ama şimdilik beklentiler, bu ‘seçim harcaması’nın fazla abartılmayacağı yolunda...
Bir başka soru:
Türkiye 2009 krizinden neden az hasarla, az yara bere alarak çıktı ve toparlanma niçin uzun zaman almadı?
Bu açıdan, Türkiye’nin ekonomide yaşadığı 2001 Büyük Krizi sonrasında uyguladığı radikal program belirleyici oldu.
Özellikle 2001 ve 2002’deki bankacılık
reformu ve yapısal değişimler ekonominin temellerini sağlamlaştırdı.
O dönemi yakından yaşamış bir uzman kişiyle dün sohbet ederken şöyle dedi:
“Dayağı biz erken yedik, üstelik tek başımıza yedik. Ama sonra tedbirlerimizi aldık, faturayı da ödedik. Ayrıca 2003-2008 arasında ekonomide işler çok iyi gitti. Erdoğan hükümeti
disiplin çizgisinden kopmadı.
Kamu maliyesi, bütçe açığı konusunda başarılı politikalar izlendi. Bu arada, AB’den 2004 yılı sonunda alınmış olan müzakere tarihiyle dış konjonktür ve
Körfez sermayesindeki olumlu gelişmeler, doğrudan
yabancı sermaye yatırımlarını olağanüstü sıçrattı. Türkiye bugün 2009 krizine rağmen olabilecek en iyi noktada... Artık kriz edebiyatını bırakmak lazım.”
CHP yapabilecek mi?
Ekonomiye ilişkin bu olumlu gelişmeleri neden özetlemeye çalıştım?
Tek bir nedeni var:
Bu ülkede
siyasetin artık ‘normalleşmesi’ gerektiğine dönük olarak uzun süredir hissettiğim özlem ve istek...
Siyaseti artık bağıra çağıra,
burun deliklerini aça aça,
siyah beyaz yapmaktan vazgeçelim diyorum.
Bu konuda iktidarın da, muhalefetin de sorumluluğu var, yapması gerekenler var.
Ama özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’yla CHP’ye bu bakımdan büyük iş düşüyor. Negatif değil, pozitif bir tutumla siyaset sahnesine çıkabilmeli ve “Ben daha iyisini yaparım!” diyerek somut, inandırıcı projelere dayanan muhalefet anlayışını geliştirmeli CHP...
Yapabilecek mi?..
Türkiye’de istikrar açısından hayati önem taşıyan ‘muhalefet boşluğu’nu gerçek bir ‘sosyal demokrat parti’ye dönüşerek doldurabilir mi CHP?..
Soruyorum, çünkü bu soruya burun kıvıranlar da var, bu soruyu ciddiye alanlar da...