Referandum bitti. Çevrenize bakın; anayasa değişikliklerinin açık farkla kabul edilmesine üzülen HAYIR cephesinde, sonuçları aklıselim ile değerlendirip toplumun sandıkta ne söylediğini anlamaya ve bundan
ders çıkarmaya çalışanların pek fazla olmadığını göreceksiniz. Seçmen iradesinin tecelli etmesi karşısında “kederli bir şaşkınlık” içinde olanların bir bölümü,
psikolojik travmaya “pasif” karşılık veren hastalar misali, bir kaçış ve depresyon hali yaşıyor; bir bölümü de “reaktif” bir tutumla,
referandum sürecinde birtürlü etkili kılamadıkları “
sivil dikta” teranesini canlandırarak etrafa korku saçmanın yeni yollarını arıyor. Erdoğan’ın Putinleşeceği, bundan sonra
başkanlık sisteminin “kaçınılmaz” olduğu, Hitler’in de
seçim zaferiyle başa geçtiği kabilinden bilumum laf yine tedavülde... Beyaz Türklerin ata sporlarından olan “toplumu dünyaya şikâyet etme” yarışı, böyle durumlarda usulden olduğu üzere pek revaçta.
Yabancı dil bilen her HAYIR’cının birinci vazifesi, “EVET oylarının yarattığı büyük tehlikeyi dünyaya anlatmaktır” vesselam.
Acaba dünya ne diyor bu işe? HAYIR oyu veren yüzde 42’nin tümüne değil kuşkusuz ama ne yazık ki öncü kesimine hâkim olan post-travmatik stres bozukluğunun etkileri sınırın ötesinde nasıl algılanıyor? AKP hükümetine karşı en yakın müttefiklerini İsrail’deki Likudçularla, Washington’daki neo-conlar arasında bulan bizim rejim bekçileri, 12
Eylül 2010’un sonuçlarını bir “felaket” gibi yorumladıklarında, dünya ne işitiyor, ne düşünüyor?
The
Montreal Gazette’in dünkü başyazısının başlığı, HAYIR’cıları teskin etme amacı taşıyordu adeta: “Paniğe mahal yok.” Gazete, onaylanan anayasa değişikliklerinin “
Kanada’nın perspektifinden gayet akılcı” olduğunu kayda geçiren başyazısında şu satırlara yer vermişti: “Referandumu kazanması, Erdoğan’ın ve partisinin 2011 seçimlerinde üçüncü kez çoğunluk sağlama şansının yüksek olduğunu gösterdi. Ama bu kötü bir şey değil.
Türkiye küresel resesyon başlayıncaya dek gayet iyi
ekonomik ilerleme kaydediyordu ve Erdoğan,
Avrupa Birliği üyeliği için çalışıyor.” HAYIR’cıların eleştirilerini de aktaran başyazıda, “Bu çevrenin iddialarının aksine, Erdoğan şimdi köktendinci yargıçlar atamak üzere mutlak bir yetkiye kavuşmuş değil” diye bir tür “tekzip” cümlesi de yer alıyordu. Kısaca The Gazette olarak bilinen bu
küçük Kanada
gazetesi bile, her buldukları Batılı’yla birer “felaket tellalı” edasında konuşan bizim rejim bekçilerinin yaymaya çalıştığı havayı dağıtma gayretindeydi velhasıl.
“Kanada’dan bize ne” diyebilirsiniz... Ama Türkiye’yi daha yakından izleyen ve daha çok etkileyen Avrupa başkentleri ile Washington’a hâkim görüş de farklı değil. Bu görüşü, üç ana cümlede özetleyebilirim: “Referandumda
demokrasi güçlendi... Türkiye,
Avrupa Birliği yönünde bir adım daha atmış oldu... Ve Erdoğan liderliğindeki AKP’nin 2011’de de tek başına
iktidar olma ihtimali çok yüksek.”
Avrupa Birliği, malum, referandum sonucundan duyduğu memnuniyeti zaman geçirmeden duyurdu.
Anayasa paketine “doğru yönde bir adım” diyen
AB Komisyonu, EVET oyunun da Türkiye’nin tam üyelik çabasıyla uyumlu olduğunun altını çizdi. AB Konseyi Genel Sekreteri
Thorbjorn Jagland, Konsey başkanlığını yürüten Belçika’nın
Dışişleri Bakanı Steven Vanackere,
İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt,
Almanya Dışişleri Bakanı
Guido Westerwelle,
Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Ria
Oomen-Ruijten ve daha nice yetkili, sonucu Türkiye’de “hak ve özgürlüklerin genişlemesi, sivillerin devlet üzerindeki denetiminin güçlenmesi” diye özetlenebilecek çerçevede olumlu karşıladılar... Avrupa Parlamentosu Başkanı
Jerzy Buzek, EVET sonucunun tarifsiz kederlere gark ettiği bizim güya “solcu, Batılı,
modern” güruh için referandumun anlamını iki cümleyle özetledi: “Türkiye, Avrupa hedefine bir adım daha yaklaştı. Türk vatandaşları demokrasiyi güçlendirdi.”
Amerika’nın tepkisini ise, Başkan Obama’nın referandum gecesi hiç gecikmeden
Başbakan Erdoğan’ı arayıp
tebrik etmesi bir nebze açıklıyor zaten. Gerek Washington’da Türkiye üzerine çalışan yetkililerin, gerek New York’ta Türkiye’ye yönelik yatırımları yönlendiren analistlerin nabzını tutmaya çalışınca şunu görüyorsunuz:
Amerikan iktidarı, referandumun sonucunu Türkiye’de “istikrarın güçlenmesi” olarak yorumluyor. Türkiye’de
vesayet rejiminin vidalarını yerinden oynatan bu büyük “değişim”in, Amerika’da “istikrar” adına olumlu karşılanması başlı başına ilginç bence.
Bu “istikrar” algısının iki temel dayanağı var. İlki, ABD Dışişleri Sözcüsü P.J. Crowley’nin kendisini “Ama laiklerin kaygılarını paylaşmıyor musunuz” kabilinden sorularla sıkıştıran “bizim” gazetecilere verdiği cevaplardaki “
seçmen iradesine saygı, sivilleşme talebine saygı” ve esas olarak da, “Avrupa Birliği’nin referandum sonucundan duyduğu memnuniyet” vurgusudur. Amerika, Türkiye’nin geleceğini Avrupa Birliği’nde görüyor ve bu geleceği kolaylaştıran adımları, bu adımlar çok köklü bir değişimi ihtiva ettiğinde bile, son tahlilde “istikrarlaştırıcı” sayarak destekliyor. Referandum sonucuna, Washington’da “istikrar adına olumlu not” verilmesinin ikinci nedeni ise, “2011’de Erdoğan’la devam” beklentisinin güçlenmesi... Beyaz Ev’deki yetkililer,
12 Eylül 2010’un mesajını, “her konuda birebir anlaşmasalar bile epey alıştıkları, hakiki bir saygı duydukları ve bütün olası rakiplerinden çok daha ehven saydıkları bir siyasi
ekip ve liderle işbirliğinin görünür gelecekte devam edeceği, Türkiye’de 2011’de hükümetin el değiştirmesi ihtimalinin çok düşük olduğu” şeklinde algıladılar.
Tabii, bir de dün Wall Street’te, serin bir sabaha uyanan yatırımcıların el bilgisayarlarından okudukları haber bültenleri var. O bültenlerde, Türkiye’nin üçüncü çeyrekte yüzde 10,3 büyüyerek Çin’i yakaladığı yazıyordu. Dahası, Amerikan
siyaset ve
finans çevrelerinin her zaman itibar ettiği İshak Alaton’un, “Jumbo jet gibiyiz, kalkışa hazırız” sözleriyle hem referandum sonucunu selamladığını hem de ülkenin iktisadi istikrarından gayet emin konuştuğunu duyuruyordu bülten. “Yüzde 58 istikrar getirdi” fikrinin New York’a da sirayet etmemesi için bir neden yoktu yani.