Değerlendirmeler birbirine dayanır. Yanlış bir değerlendirmeye dayanarak, yeni bir değerlendirmeyi doğru biçimde gerçekleştiremezsiniz. İkide bir yakın geçmişe atıfta bulunuşumun sebebi bu.
Şu manzaraya bir bakınız:
"Bugün dahi o günleri yazarken bir meslek sıtmasının sarsıntılarını hissediyorum! Tanrım! Ne müthiş bir duygu, ne tarifi imkânsız ürperti idi o! 13
Mayıs'ı 14'e bağlayan gece sabaha karşı
kanun gereği
seçim sandığından ne kadar uzak durmaları gerektiğini sorduktan sonra adımlarıyla bir-iki-üç diye sayarak tam kanunun istediği noktaya gelir gelmez sırtındaki yatağı yere serip oturan, yatan yahut ayakta dikilen yüzlerce insanın varlığını, seçim bölgelerine dağılan arkadaşlarımız heyecandan boğulurcasına anlatıyorlar... Aksaray'daki bir seçim sandığından birkaç adım ötede doksanlık bir ninenin, Üsküdar'da bir seçim yerinin beş-on adım ilerisindeki bir ihtiyar dedenin şafakla beraber geldikleri yerden ayrılmamak için
yemin ettiklerini anlatırken bir kısım arkadaşlarımız ağlıyorlardı." (Bedii Faik, Matbuat-basın-medya)
İşte 14 Mayıs 1950 seçimleri buydu!
1946'yı saymazsanız, Türkiye'de ilk defa seçim yapılıyor. İlk seçimde gösterilen ilgiye, heyecana, vakara, seviyeye, olgunluğa, özene, idealizme, dinamizme bakın! "Kanun dairesi"nde
eylem! Nineler, dedeler,
sandık başında sabahlıyor! Kim öğretmiş o insanlara
demokrasiyi? Nasıl bir kararlılıkla gidiyorlar sandık başına? Menderes'i kim tanıyordu? Senelerin İsmet Paşa'sı var. Bütün şartlandırmalar ters yönde olmasına rağmen, millet Demokrat Parti'yi seçerek demokrasiyi getirmeye çalışıyor. Hangi aydınlar söylemiş bunu ona? Eğitiminde, okulunda bir demokrasi kültürü yahut esintisi mi vardı?
Tezim şu: Ekonomik göstergeler öyle gerektirmemesine rağmen,
sivil toplum ruhu, şehirlilik kültürü, "içtimai şuur" dün, bugünden daha güçlüydü. Paradokstur falan; ama bu böyle.
1961 seçimleri Menderes'in idamından bir ay sonra yapılmıştı. "Kuyruklar, düşükler, hırsızlar, vatanı satanlar..." her şeyi söylediler. Koskoca bir kadro, tepesinden
ocak bucak başkanına kadar
tasfiye edildi. Saraçhane Meydanı'nda,
sağanak halinde yağan yağmur altında, 50-60 bin kişi bir şemsiye tarlası oluşturmuş.
Yağmur damlaları gözyaşlarına karışıyor. Kürsüde konuşan adam Gümüşpala. Kimse tanımaz. Önemli olan, yön göstermek ve demokrasinin önünü açmak... Eyüboğlu ile Birgit, o gece Güventürk'e koştular "Kaybediyoruz", "Yeniden el
koyun!" feryadıyla.
Bugünün bazı liberal aydınlarından çoğu o zamanlar da vardılar. Vardılar; ama acaba nasıl duruyorlardı, ne söylüyorlardı, ne kadar liberaldiler? Solcular nasıl duruyor ve ne söylüyorlardı? Mesela Nâzım Hikmet'in darbecilere övgüler yazdığını, Menderes'i "vatan haini ilan" ettiğini biliyoruz. Ne kadar demokrat olabildiler geçmiş on yıllarda?
Karıştırmayalım geçmişi. Ama doğru değerlendirirsek karıştırmayabiliriz, bühtan ederek değil. Aksi halde yanlış sonuçlara varıyoruz, bugünü de anlayamıyoruz. O seçim meydanında, her türlü baskıya rağmen yağmur çamur dinlemeden insanlarımız
gözyaşı dökerken, üniversitedeki bazı profesörler
Talat Aydemir'lerle dirsek teması kuruyordu. Taze örnek verelim: Boğaz Köprüsü'ne karşı olanlar kimlerdi? Abdi İpekçi'den başlayıp sıralayın...
27 Mayıs demokrasiyi getirmişmiş, çoğulculuğu öğretmişmiş, bu millet köylüymüş, zaten geleneğinde hürriyet,
medeniyet fikri yokmuş. Tamamen yanlıştır ve gerçek şudur: Bu millet, aydınlarına yön veremedi, kendini onlara tamamlatamadı, engellemelerini engelleyemedi; ama, yabancılaşmış aydınlar, dili başta olmak üzere, bu milletin bazı değerlerini bozmayı yahut zayıflatmayı başardı. Demokratik gelişmemizin önündeki asıl büyük sıkıntı işte budur. Bazı meselelerin çözülemez hale gelmesi; objektif mahiyetleri sebebiyle değil, teşhis etme cesaretini bile gösteremediğimiz bu sıkıntı dolayısıyladır. Ama bu millet, 1950'de Aksaray'da Üsküdar'da sandık başında sabahlayan ninelerin dedelerin torunları değil mi? Umutlu olmamak mümkün mü? 24.03.2002