Özlem Yağız, geçenlerde bana şöyle bir e-
posta gönderdi:
“Bugün
Taraf gazetesinin internet versiyonundaki bir habere t
akıldım. Belki matbu hali farklı olabilir ama sonuçta internetteki Taraf haberi de Taraf haberidir. Haber başlığında NATO yine yanlışlıkla kadın ve çocuk vurdu diyor. Bu başlığın ironik olduğunu düşünerek hüsnüzan ediyorum. Alt başlıkta ise haberle ilgili olarak bir cümle halinde bunun nasıl gerçekleştiği var. Haber metninde ise konu ile ilgili hiçbir açıklama falan yok. Başlığa bakınca başlıktaki haber hakkında bilgileneceğinizi zannederek metni okuyor ama orada
Amerikan askerlerinin ve nasıl bir şey ise
koalisyon güçlerinin dost ateşi sırasında ölen üç Afganlı askerin haberi dışında bir şey bulamıyorsunuz. Ben dost ateşi nasıl bir şeydir, dostça sağa sola nasıl ateş edilir böyle bir şey bilmiyorum.
“Afganlı anne ve iki çocuğunun ölümü hakkında geçen cümlede ise Amerikan askerlerinin
Taliban avına çıktığından bahsediliyor. Bunun da ironik bir dille yapıldığını sanmıyorum. İronik bile olsa böylesine iğrenç bir ironi olamaz. Sanırım haberin geçtiği kaynaklardan bire bir tercüme edilmiş olmalı. Savaşan iki güç birbirini avlanacak hayvanlar olarak görebilir. Ama biz Taliban avı diye bir kelimeyi içimize sindirebiliyor muyuz?
Şiddet ilk olarak dilde başlar. Karşınızdakileri zaten bir nevi safari sırasında kaçan hayvanlar olarak görmelisiniz ki bir ülkeyi işgal edip bunca kan dökebilesiniz. Eğer bu av kelimesi Taliban’ın şiddetine karşılık kendisine layık görülüyorsa ben Irak’ta 1,5 milyon insanın ölümüne yol açan, Ebu Gureyb, Guantanamo gibi felaketlerin sorumlusu Amerikalı askerleri de ‘av’ olarak görmeyi
tercih ederim. Ama hiçbirimiz bir haberin içerisinde
Amerikan askeri avına çıkanlar cümlesini duymaktan hoşlanmayız sanırım.
“Sizin uzun zaman önce bir yazınızı okumuştum. Afganistanlılardan bahsederken ilkele bak ha ha! tonu ile kaleme alınmış gazete haberlerini eleştiriyordu. Peki, Taraf’ın bu garip haberi sizce orada kullanılan üsluptan daha az bir şey midir?”
Özlem Yağız’a şöyle yazdım:
“Bu ‘av’ sözcüğüne nerede rastlasam tüylerim diken diken olur. Zaman zaman yazdım da. Yine yazacağım. Beni uyardığınız için çok teşekkürler.”
Bugün o sözümü yerine getireceğim.
Amerikan askerleri “av”lanabilir mi?
Gazetecilerin sorumlu olduğu bütün ihlallerde olduğu gibi, haber diline ilişkin ihlallerde de başlıca iki türle karşılaşıyoruz: Kaba ve ilk anda görünür olanları hemen fak ediyoruz da, “incelikli” ve ilk anda görünmez olanları fark edebilmek için özel bir uyanıklık geliştirmemiz gerekiyor.
İnsandan “av” diye söz etmeyi hangi kategoriye sokacağım hususunda bir türlü emin olamıyorum. İlk bakışta son derece kaba ve hemen fark edilmesi gereken bir ihlal gibi görünüyor, fakat yaygın bir biçimde kullanılmasına ve özellikle de kullandıkları dilin şiddetin dili olmaması için samimi gayret gösteren gazetecilerin de zaman zaman müracaat ettiği bir kalıp olmasına baktığımda mesele karmaşıklaşıyor. İşte, Taraf’ta bile çıktı karşımıza...
Şimdi Özlem Yağız’ın işaret ettiği noktalardan hareketle bu şiddet dolu, ürpertici kelime tercihinin ayrıntılarında nasıl bir habasetin gizli olduğunu anlamaya çalışalım...
“Sanırım haberin geçtiği kaynaklardan bire bir tercüme edilmiş olmalı...”
Böyle diyor Özlem Yağız. Olabilir. Fakat bu, Taraf gibi bir gazetede insandan “av” diye söz etmenin yarattığı dehşeti azaltacak bir özür sayılamaz. Bir an için orijinal metnin “
Müslüman fanatik”lerin kaleme aldığı bir metin olduğunu ve orada “Amerikan askeri avına çıkan Taliban militanları”ndan söz edildiğini varsayalım. Metni çeviren kişi, cümleyi çevirir çevirmez yazdığı şeyi yadırgamaz mıydı? Amerikan askerlerinin “avlanması...” Olmuyor, değil mi? Tuhaf geliyor. Taliban “avlanabilir”, okur geçeriz; PKK’lılar “avlanabilir”, okur geçeriz fakat Amerikalılar “avlandığında” geçmeyiz, onu yadırgarız.
Vazgeçin şu korkunç tercihten!
Gördüğünüz gibi bazı illetler derimizin üstünde değildir, derimizin altına işlemiştir ve onları fark edebilmemiz için özel bir gayret sarf etmemiz gerekir.
Google’a “PKK’lı avı” diye yazın, karşınıza yüzlerce başlık çıkacak: Helikopterle PKK’lı avı, kobra helikopteriyle PKK’lı avı, polis helikopteriyle PKK’lı avı, keskin nişancının PKK’lı avı, eksi 30 derecede PKK’lı avı, Karadeniz’de PKK’lı avı, roketatarlı PKK’lı avı,
buğday tarlasında PKK’lı avı, Kelkit’te PKK’lı avı, Giresun’da PKK’lı avı, uydudan PKK’lı avı, PKK’lı avı sürüyor...
Özlem Yağız soruyor: “Sizin uzun zaman önce bir yazınızı okumuştum. Afganistanlılardan bahsederken ilkele bak ha ha! tonu ile kaleme alınmış gazete haberlerini eleştiriyordu. Peki, Taraf’ın bu garip haberi sizce orada kullanılan üsluptan daha az bir şey midir?”
“Av”ına çıkılabileceklerin sadece “insan sayılamayacak ilkeller” olduğunu hesaba kattığımızda,
evet, özünde iki üslup arasında bir fark yok.
Ben buradan bütün meslektaşlara bir çağrıda bulunmak istiyorum: Ne kadar hoşlanmazsanız hoşlanmayın, sözünü ettikleriniz insan! Ve kullandığınız bu dille asıl kendi insanlığınızı aşağılamış oluyorsunuz.
Yapmayın lütfen. Vazgeçin şu korkunç tercihten!
Benden nefret eden adaşımla nasıl barıştım
Bundan bir süre önce adı Alper olan, fakat bana duyduğu nefret nedeniyle adını değiştirme kararı alan bir kişiden e-posta aldım. Şöyle diyordu:
“Sizinle dünya üzerinde aynı ismi taşıyor olmaktan utanç ve kızgınlık duyuyorum. 41 yaşımda ismimi değiştirmek için karar aldım. İnşallah yakın zamanda artık sizin ile aynı adı taşımayacağım.”
Alper Bey’in nefreti beni üzdü tabii... Çalıştığı işyerini,
telefon numarasını falan gizlememişti, bunu da nefretinin samimiyetine verdim. Aynıca nefretini bile “siz” diye ifade ediyordu, bu da etkiledi beni. Ona önce sakin, önyargı zehrinden kurtulmasını
tavsiye eden bir şeyler yazmayı düşündüm. Fakat sonra ne olduysa oldu, şu satırları yazıp gönderdim:
“Alper Bey, halinize üzüldüm (hakikaten). Siz yardımcı olmaya çalışacağım.
Bence derhal düşünceleri sizin düşüncelerinize çok yakın, hatta benden nefret eden bir psikiyatr bulun. Adı Alper olursa daha iyi olur. Ona, bana gönderdiğiniz
mesajı okutun. Doktorunuz, yapması gerekeni yapacaktır.
Tez elden sağlığınıza kavuşmanız dileğiyle...”
Karşı taraftan
cevap gelmedi, ben ise aradan geçen birkaç günü her an biraz daha yoğunlaşan büyük bir pişmanlık duygusuyla geçirdim. Ve o sürenin bitiminde şöyle bir mesaj attım:
“Merhaba Alper Bey, bana duyduğunuz nefret yüzünden isminizi değiştirme kararı aldığına dair e-postanıza verdiğim cevaptan dolayı sonrasında çok canım sıkıldı. Anlık bir tepkiydi... Kelimelerin şehvetine kapılıp gitmek diye bir şey var; şimdi, o tepkinin öyle bir duygunun eseri olduğunu düşünüyorum.
Benden nefret etmeye devam edebilirsiniz. Fakat özür dileğimi de lütfen kabul edin.”
Aldığım cevap:
“Alper Bey merhaba, size o
maili yazıp gönderdikten sonra aslında anlık bir
öfkenin saçma sapan kelimelere dökülmesi olduğunu fark ettim. Daha sonra sizden gelen e-postayı da okuyunca aslında sizin haklı olduğunuzu, akıl melekeleri doğru çalışan birinin böyle sözler etmeyeceğini düşündüm. İlk gönderdiğiniz e-postayı da saklamaya, o postayı silmemeye karar verdim. Birisi ya da bir şey hakkında kızgınlıkla ya da pek düşünmeden kötü şeyler düşündüğümde önc
e mailinize bakacağım. Benim öfke kontrolüm olacak o mail. Bunun için teşekkür ederim size.
“Ayrıca sizden nefret etmiyorum. Sadece biraz durduğunuz yere karşı durduğum yerden duyulan kızgınlık diyelim. Haklı olmayan bir kızgınlık tabii. Sonuçta hangimizin durduğu yerin doğru olduğunu kim bilebilir ki. Siz de özrümü kabul edin. Saygılarımla.”
Son
mektup benden gitti:
“Merhaba, kötü başladı, güzel bitti... Bir gün belki yüz yüze de konuşuruz.
Hoşça kalın.”
Her an birbirimizin gözünü oyma duygusuyla yaşıyoruz. Bütün bunlar karşılaşmadığımız ve konuşmadığımız için oluyor. Bu mektuplaşma, konuşmaya başlamanın her şeyi olmasa bile birçok şeyi halledebileceğini gösterdi ve bana umut verdi.
Böyle şeylere hepimizin ihtiyacının olduğunu düşünüyorum. Bu özel mektuplaşmayı o nedenle “kamusal” hale getirmeye karar verdim.