Güneydoğu’da beklediğini bulamayan Kılıçdaroğlu, Van’ın
Özalp ilçesinde 1943 yılında 33 vatandaşın
Orgeneral Mustafa Muğlalı emriyle kurşuna dizilmesi olayına değiniyor ve şunları söylüyor...
“Sayın
Başbakan rica ediyorum. 33 köylünün sorgusuz ve sualsiz kurşuna dizildiği bir yerde, kurşuna dizenin ismini bir kışlaya yer vermeyin.
Ne olur değiştirin. İstirham ediyoruz.”
Ana muhalefet liderinin ricası kabul olsa ve Başbakan kışlanın adını değiştirse, sorun ve daha önemlisi “asıl sorulması gereken soru” ortadan kalkacak mı?
***
Türkiye’deki “siyasal rejim”, “sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen 33 köylünün” hesabını soran bir rejim değil...
“Kurşuna dizene” arka çıkan bir rejim...
Ana muhalefet, “kurşuna dizenlerin
egemen” olduğu bu rejimi
hedef alacağına, sadece kışlanın adını değiştirmekle yetiniyor...
Kışlanın adı değişince, rejimin niteliği değişiyor mu?
Rejim, kurşuna dizilenlerin anısına sahip çıkan ve “kurşuna dizeni” de ilelebet mahkûm eden bir nitelik sıçramasına uğruyor mu?
Tabii ki hayır...
***
Aynı şey “
türban” için söz konusu...
Gene Kılıçdaroğlu hafta sonu
İstanbul mitinginde daha önceki sözlerini daha net ifadelerle tekrarlayarak şöyle söyledi:
“Sayın Başbakan siz türbanı da engellediniz diyor. Söz veriyorum türbanı da biz özgür kılacağız. Görecek Sayın Başbakan. O yapmadı, biz yapacağız. Sözümün arkasında duracağım.”
Mesele...
Türban sorununu çözmek mi?
“
Temel hak ve özgürlükleri” yok sayarak,
genç kızlarımızın üniversitelere girmesini engelleyen “egemen gücü” tuz buz etmek mi?
Anti-demokratik rejimin egemenini kovalamak mı?
***
Dün de yazıyordum:
“Siyasal rejim, bir devlet yönetiminde egemenliğin kim tarafından ve ne şekilde kullanılacağını belirliyor...
Türkiye’de askerler mi,
zenginler mi,
siyaset mi, vatandaşlar mı? Egemen kim?
Siyaset bu temel soruyu sormadan birbirinin gözünü oyuyor...
Ama ‘siyasal rejimi’ yeryüzü standartlarında yeniden inşa etmeyi gündeme asla taşımıyor.
‘Halk iradesine dayalı’, ‘temel hak ve özgürlüklere’ çok özenli ve yönetileni esas alan ‘insan odaklı’ bir rejimden çok ama çok uzağız.
Halkın kafasında, ‘vatandaşı’ esas alan çağdaş demokratik rejimin resmi belirgin olmadığı için, 12
Eylül rejimini tuz buz etmek yerine, onun çerçevesi içinde at koşturan siyasi partilerden birinin terkisinde bir o yana, bir bu yana otuz yıldır çalkalanıp duruyor.”
Türkiye’deki partiler, “siyasal
iktidara
muhalif” ama “tek parti zulmünden arta kalmış
12 Eylül rejimine” muhalif değil...
Siyasal iktidar da maalesef kısmen böyle...
Yoksa 12 Eylül rejimi otuz yıldır sürebilir miydi?
Bize “aynı sistemin” içindeki partilerin birbirlerine muhalefeti değil, başta 12 Eylül olmak üzere tek parti rejiminin tüm kalıntılarına muhalefet edecek anlayış gerekli...
AB standartlarında yeni bir rejimin kurulmasının peşinde koşan, “kendi siyasetini” değil, demokratik yeni bir rejimin “siyasetini” yapan partilere ihtiyaç var.
12 Eylül’ün “siyasal partiler yasası” ile şekillenmiş partilerle bu ne kadar mümkün?
Onun için kör topal, ağır aksak yürünüyor...
***
Ben “anayasa paketine”, mevcut rejime muhalif olduğum için “
evet” vereceğim...
Buranın “egemeni” kim?
“Kurşuna dizilen masum köylülerden, temel hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılmış Kürtlere, Alevilerden türbanlılara, vicdani retçilerden gayrimüslimlere” buranın vatandaşlarının, buranın egemeni olmadığı çok açık...
Nasıl bu
ülkenin “egemeni” olurlar?
Rejim demokratikleşirse...
12 Eylül öyle bir hedef ve umudun yetersiz ve gecikmiş bir ilk adımı olabilir...
Bu rejim değişsin, ülke v
e devlet demokratikleşsin diye “evet” diyorum...