Anayasa yolculuğumuzun işaret taşları


Doğruyu söylemek gerekirse kanlı bir hadiseyle girdik hukuk devleti kulvarına. Perde yenileşme hareketinin öncüsü sayılan 3. Selim’in Kabakçı Mustafa adlı isyancının liderliğinde ayaklanan yeniçeri tarafından katledilmesiyle açıldı. Bu cinayet sonrasında Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın sarayı basıp idareye el koyduğu tablonun ürünü Sened-i İttifak. Günümüz hukuk anlayışıyla değil dönemin batı hukuk tekniği açısından bakıldığında kanun demek mümkün değildi bu belgeye. Ama geçmişte örneği bulunan ferman, senet, hüccet türü bir şey de değildi. İlk kez, padişah tuğrasının yanında Osmanlı bürokrasisinin, Anadolu ve Rumeli ayanından kişilerin mührü yer alıyordu taahhütnamede. Bürokrasinin ‘vükela-i devlet’, ayanın ‘taşra memalik hanedanları’, askerin ‘ocaklar’ diye anıldığı metin, 1961 anayasasının dibacesi, askeri müdahalelere gerekçe olan açıklamalara benzer üslupta kaleme alınmış “Osmanlı devlet düzeninin bozulduğu, devlet otoritesinin sarsıldığı ve bu durumun taraflarca tesbit edilmesi üzerine devletin kuvvetlenmesi maksadıyla yapılan toplantılar sonunda üzerinde ittifak edilerek aktolunduğu” cümlesiyle başlıyordu. Senedin ana çerçevesi padişahın devletin temeli olduğu, belgede imzası bulunanların saltanatı her türlü saldırıya karşı birlikte korumayı, bundan böyle sadece devlet askeri olarak kabul edilecek ordu mensuplarının itirazlarını elbirliğiyle defetmeyi ve sadrazamdan gelecek her emri padişahtan gelmiş saymayı taahhüt etmeleri üzerine kurulmuştu. İlk bakışta padişaha teminat vermiş görünüyordu ayan ama çözümlendiğinde ayanın sadrazamı padişaha kefil konumuna taşıdığı ortaya çıkıyordu. 2. Mahmud’u sinirlendiren ve metnin orjinalini yakıp yok etmeye sevkeden buydu. Adım adım hukuk devleti Türkiye batılı manada bir hukuk devleti olma yoluna 1839 senesi Temmuz ayının ilk günü Tanzimat’la girdi. Fransız devriminden ilhamla şekillenen Gülhane Hattı Hümayunu’yla devlet ilk kez Osmanlılık temelinde vatandaşlık kavramını benimsiyordu. Devletin gerileme dönemi içinde olduğunun ancak yapılacak düzenlemelerle bu durumdan hızla kurtulunacağının müjdelendiği metinde din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin tüm Osmanlı ahalisinin can, mal ve ırz-ü namusunun devlet güvencesinde olduğu, herkesten emlak ve kudretine göre vergi alınacağı, askerlik hizmetinin azami beş sene müddetle sınırlanacağı, yargı karraı olmaksızın kimsenin mahkum edilmeyeceği, özel mülkiyete sınır getirilmeyeceği, vükelanın serbestçe söz söylemesinin sınırlanamayacağı, çıkarılacak yeni kanunlarla rüşvetin önleneceği gibi hususlar yer almaktaydı.. Bundan 16 yıl sonra yayınlanan Islahat Fermanı ise Osmanlı toplumsal teşkilatlanmasının temelini teşkil eden inanç farklılaşmasına dayalı millet sisteminin terk edilerek Osmanlı ulusunu inşa arzusunu yansıtıyordu. Sonunda 23 Aralık 1876’da üçü Hıristiyan 20 ulema ve üst düzey devlet görevlilerinden oluşan danışma kurulunun Fransız ve Prusya anayasa metinlerinden yola çıkarak hazırladıkları Kanun-i Esasi 2. Abdülhamid’e meclisi fesih ve sürgün cezası verme yetkisi tanıyan eklerle kabul ve ilan edildi.. 1961’den 1982’ye... Cumhuriyet yolunda ve sonrasında devletin hukuk omurgası olan, rejimin niteliğini ortaya koyan düzenlemeler dışında vatandaş hak ve özgürlükleri çerçevesinde fazla bir değişikliğe uğramayan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 1961’de yürürlükten kalktı. Hukukçular heyeti tarafından hazırlanan 1961 anayasası 27 Mayıs darbesiyle iktidarı ele geçiren cuntanın ‘ya kabul edersiniz, ya kabul edersiniz’ diyerek halka dayattığı, bireysel hak ve özgürlükler alanını genişletiyormuş görünmesinin yanında siyaset alanında iktidar erkini asker ve yargı vesayeti altına alan bir yapı öngörüyordu. 12 Eylül darbesinden sonra 1982 anayasasıyla daha güçlendirilen vesayet anlayışı, şimdi kaldırılmak istenen ‘Geçici 15. Madde’yle hukuk devleti anlayışını adalet kavramı dışına taşırmakta beis görmedi. İşin ilginç yanı, darbecileri ve cuntanın emriyle hareket eden dönemin yönetim kadrolarını ve bürokratları yargı denetimi dışında bırakan düzenleme önerisi, koşullar normalleştiğinde siyasete atılıp bakanlık görevi üstlenen İmren Aykut’tan gelmiş, cunta adına anayasayı hazırlayan komisyonun başkanlığını yapan Prof. Orhan Aldıkaçtı onun teklifini teşekkürle benimsemişti. Çerçeve Divan şairlerinin atışmalarından Şairler arasındaki atışmada kullanılan kelimelerin bulaşıcı olduğunu düşündürecek işaretler var. Örneğin ‘köpek’li sataşma Kanuni döneminin şairi Ruhi’yle başlamış olabilir. Fuzuli’yle otururken yanlarından geçen bir köpeği işaret ederek ‘Şu köpek ne kadar fuzuli, değil mi?’ diye lafa girmiş.. Fuzuli başını sallamış ‘Haklısın lakin..’ deyip devam etmiş: Köpeği öldürürsem içinden çıkar ruhi! Bulaşıcı dedim, Bağdat’tan binlerce kilometre ötede ve bir asır sonra İstanbul katılmış kervana. Şiir az- çok bilinir. Divan edebiyatının büyük ismi Nef’i kendisine ‘kelp’ yani köpek diyen 4. Murad’ın dalkavuklarından Tahir Efendi adlı bir softa için yazmış. Tahir kelimesinin erkek adı olmanın yanında ‘temiz’ manasına geldiğini ve Nef’i’nin İslam mezheplerinden Maliki’liğe mensup olduğunu hatırlayarak okuyalım... “Tahir efendi bana kelp demiş / İltifatı bu sözde zahirdir/ Maliki mezhebim benim, zira/ İtikadımca kelp tahirdir” Şiiri belki biliyordunuz. Ama sanırım üç asır sonra Kuleli Askeri Lisesi’nde gündeme geldiğinden haberdar olmamışsınızdır. Hikayenin kahramanı Tahiru’l-Mevlevi namıyla anılan 1951’de kaybettiğimiz Divan edebiyatının son temsilcisi Tahir Olgun. Tahir Hoca Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaparken okula yeni bir edebiyat öğretmeni tayin edilir. Sadık adında, gençten, biraz ukala biridir yeni öğretmen. Fırsat buldukça Tahiru’l-Mevlevi’ye sataşır... Bir defasında Nef’i’nin dizelerini hatırlatarak ‘Hocam, şu kelbin (= köpeğin) tahir (= temiz) olup olmadığı hala açıklığa kavuşmadı değil mi’ diye sorar.. Hoca gülümser, başını sallayıp geçer.. Ama inatçıdır Sadık öğretmen bırakmaz yakasını... Bir, iki, üç, derken, yine bir gün kalabalık bir davetli grubunun önünde yöneltir aynı soruyu Sadık. Sabrı taşan Tahir Hoca’nın cevabı bence en az Nef’i’ninki kadar çarpıcı: Kelbin tahir olup olmadığı el’an meşkuk (= şu an için belirsiz)... Ammaaaa!.. Kelbin sadık olduğunda şüphe yok!.. Mesnevi aşığı Tahir Olgun herkesin ortasında genç bir öğretmeni yüzünde tokat gibi patlayan cevapla yıkmaktan üzüntü duymuş olmalı ki şu dizeleri o gün defterine yazmış: “ Zehr-i hicvi cihana neşredenin/ Dili bi-şek zeban-ı efidir/ Kelp Tahir olmaz amma / Beşere nefi vardır öyleyse Nef-i dir” Günümüz diliyle manası şöyle Bu hicvin zehrini dünyaya yayan kişinin dili, şüphesiz yılan dili gibidir. Köpek asla temiz olmaz, fakat insanlara faydalıdır. Öyle ise köpek Nef’i (= faydalı)dır.
<< Önceki Haber Anayasa yolculuğumuzun işaret taşları Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER