Mithat Sancar, ‘Demokrasi ürüyüşü’ yazısında (12.08.2010-
Taraf); “Tepeden
inme modernleşme projelerinden türeyen sistemlerde, yönetmenin başlıca yöntemi “
toplum mühendisliği”; rıza üretiminde kullanılan en etkili vasıta da “
hafıza mühendisliği”dir. Türkiye’de cumhuriyet modernleşmesinin kurucu babaları, bu projenin başarısının, “hafızasız bir toplum” yaratmaktan geçtiğine inanıyorlardı. Bu düşünce, adeta bir varlık felsefesi haline getirildi ve bunu hayata geçirecek bir metodoloji yaratıldı. Bu toplumun bütün fertleri, bu tedrisattan geçirildi, böyle sosyalleşti.” Tespitiyle yaşadığımız devşirme hayatın çağdaş anlamını bize özetliyor.
Sancar’ın sözünü ettiği ‘varlık felsefesi’, hafızası silinmiş bir milleti kolay idare etmenin amacı haline dönüştürülmüş. Devletin kaynaklarını eline geçiren bürokratik zihniyet kendi içinde organik bir yapı oluştururken,
aile boyu saadeti de
ihmal etmemiş.
Çocuklarının veya damatlarının (başarısız ve ehliyetsiz oldukları halde) önünü açmak için; hak, hukuk, kidem dinlemeden ve çeşitli iftiralarla; sırf çocuklarının devlet kurumunda yükselsin diye, başarılı oldukları halde nice
Anadolu evlatlarının kolayca işlerine son vermişlerdir.
Öyle görünüyor ki! En demokrat, en iyi idareci, en iyi
komutan, en iyi iktisatçı, en iyi tacir, en iyi sporcu, en iyi
sanatçı, en iyi
hukukçu ve en iyi siyasetçi vs. (siz başlıklara yenilerini ekleyebilirsiniz) elit bir yapılanmayla, kolay idare edebilecekleri bir devlet sistematiğini desteklemişler ve sahiplenmişler.
Devletin imkânlarını kullanırken milletin ekmeğine ortak olmuşlar, vergiyi toplamışlar ama kendi adlarına devlet kurumlarında oluşturdukları ‘arpalıklara’ 'kamusal alan' adı altında kimseyi yaklaştırmamışlar.
Yaklaştırmadıkları gibi; milleti, ırki ve mezhebi fitne sebebi yakıştırmalarla birbirine düşman edecek bütün yolları kullanmışlar.
Şimdi bütün bu yapılan yanlışların bilgi ve belgeleri yargıya intikal etmiş ve Türk
adaleti bu yapılanların elbet hesabını soracak. Geçelim.
Belki geçmişte yukarıda saydığımız olayların çok daha fazlası yaşanmış. Hatta daha fazlasıyla, faili meçhullerin yanında
mağdur edilmiş, acı çekmiş insanlarımız var.
Bugün ise Darbe günlükleri,
Balyoz darbe planı,
Kafes eylem planı,
İrtica eylem planı ve
Ergenekon davalarında ortaya çıkan bu tablo bize,
vesayetin devamını sağlama planlarından ibaret olduğunu gösteriyor.
Anayasa değişiklik paketinde yer alan
HSYK yapısı tam da bu tablonun devamını destekler nitelikte.
Hakimler ve savcıların
terfi ve
tayin işlemlerinin konuşulduğu şu günlerde HSYK Adalet Bakanlığı’na geçen yıl olduğu gibi baş kaldırmış durumda.
En son internete düşen, HSYK üyelerinden birine ait olduğu iddia edilen ses kaydında açıkça bu
itiraf ediliyor.(http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=315251).
Ama nafile. 12
Eylül referandumuna
evet dediğinizde bu yapı tamamen değişecek ve milletin iradesinin tecellisiyle daha demokratik bir yapı gelecek.
HSYK’nın Amacı ise - ki bunu saklamıyorlar- Ergenekon savcılarının yerini değiştirmek ve kendi adamlarını getirerek tahliyeleri sağlamak. Bu da vesayetin devamı anlamını taşımıyor mu sizce?
Bu yüzden vesayetin tümüne hayır deme fırsatını,
12 Eylül referandumunda evet diyerek kullanmak gerekiyor.
Mithat Sancar (12.08.2010-Taraf); ”Hem ilkenin doğrudan müellifi sayılan
Fransız fikir adamı Montesquieu, hem de onun ilham aldığı
İngiliz düşünür Locke, esas olarak iki kuvvetten söz ederler. Bunlar, yasama ve yürütmedir.
Yargı işlevi ise türevseldir. Çünkü yargı, daha çok yasamanın koyduğu kuralları özlerine sadık kalacak biçimde uygulamakla yükümlü bir kuvvettir. Montesquieu’nün, yargıyı “ağırlığı olmayan kuvvet” olarak tanımlamasının nedeni ve anlamı budur. Bu yaklaşımda, yargı, siyasal karar alan, dolayısıyla yurttaşların hayatını doğrudan etkileyen bir kuvvet olarak tasarlanmamıştır. Oysa bu ilke ülkemizde, en başta 27
Mayıs darbesinin ve onun ideologluğunu yapan hukukçuların üstün gayretleriyle adeta ters yüz edilmiştir. Mesela Montesquieu de, Locke da, yasamanın en üstün kuvvet olduğu konusunda kuşku duymazlar. Oysa bizimkiler, anayasa tekniklerini ustalıkla kullanarak, klasik kuvvetler kataloguna “askerî erk” diye bir yenisini eklemişlerdir. Erkler arasındaki ilişki şemasını da yeniden çizmişler; orduyu ve yargıyı aslî ve özerk; yasama ve yürütmeyi türevsel ve bağımlı erkler olarak kurgulamışlardır. Bunu da bize, kavramların evrensel anlamı olarak sunmuşlar ve pek çoğumuzu buna inandırmışlardır.” Diyor.
Doğru tespit ve söz üzerine laf söylemek haddimiz değil.
Ancak millet olarak üzerimize geçirilmiş bu vesayet gömleğini tam olarak çıkaramasak ta, en azından genişletme fırsatı şimdi önümüzde duruyor. 12 Eylül referandumunda bu fırsatın adını siz koyacaksınız.
Bu tavır, aynı zamanda çocuklarımızın da nasıl bir Türkiye’de yaşamasına istediğimizin işareti olacaktır.