Mustafa Kemal Paşa'nın vaktiyle
Kürtlere muhtariyet vaad edip etmediği, yakın tarihimizin en su götürür tartışmalarından, özetleyelim:
1923 yılının 16 Ocak'ında M. Kemal Paşa
İzmit kasrında gazetecilerle
basın toplantısı yapıyor ve iddiaya göre şöyle diyor: "Bizim milli sınırlarımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve
Türkiye'yi mahvetmek gerekir. (...) Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir".
Bundan on sene önce meseleyle ilgili etraflı bir tenkid yazmış (http://arsiv.zaman.com.tr/2000/03/25/yazarlar/17.html) ve demiştim ki, Resmî
Atatürk literatürü içinde böyle bir beyan yok; ya uyduruluyor veya resmi literatürün editörleri, M. Kemal Paşa'nın sözlerini sansürlüyorlar. Sonra şöyle devam etmiştim: "Atatürk'ün her söylediği siyasi vasiyet midir? Nitekim daha sonra Atatürk'ün o istikamette hiç beyanı bulunmuyor. N'aapacağız?"
Kafa karışıklığına gerek yok: Ben, Atatürkçü geçinen zevât arasında değilim fakat Atatürk'ün fikrî istikametini belirleyen o temel prensipten elbette haberdarım; diyor ki (Üstelik aynı tarihte, aynı gazeteci takımına hitaben ve aynı yerde): "TBMM'nin bütün programlarının umdesi şu iki esastır: İstiklâli tam, bilâkayduşart hâkimiyeti milliye. Birinci umdesinin ifadesi 'Misakı Milli'dir. İkinci ve hayati olan umdesinin beyanı 'Teşkilatı Esasiye Kanunu'dur.
Millet, misakı millinin medlûlünü güzide evlatlarından teşkil ettiği kahraman ordularıyla fiilen istihsal eylemiştir". (Bkz: Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 2.
Cilt,
Ankara, 1989. 4. Baskı, s. 58)
Aynı fikirdeyim; yeni Türkiye'nin rûhu bu prensiptedir!
Gelelim, şu günlerde ısıtılmakta olan federasyon pilavının tarihî köklerine. Evvelâ, bu bâbda fikir serdeden
Kürtlerden duymaya alıştığımız bir retoriği masaya yatırmak isterim: "İstiklâl Harbi'nde omuz omuza savaştık, fakat barıştan sonra Kürt varlığı tanınmadı; tanınması gerekir"
Bu iddianın üzerine hüküm kurmayı doğru bulmuyorum. Meseleyi, "
İstiklal Harbi'nde, Çanakkale'de omuz omuza savaşanlar, barış sonrası düzeninde paylarını anayasal düzlemde almalılardır" noktasına taşıyıp istatistik hesaplarına dalarsak, en
mağdur kitlenin Kürtler olmadığı anlaşılır; kaldı ki bu hesabın derinliklerinde yer yer sevimsiz olgularla karşılaşmamız da muhtemel. "Zaferde kılıç hakkı" tartışması hiç doğru değil, ayrıntılara girmiyorum.
O halde çözüm nedir? Çözüm, federatif değil demokratik Türkiye'dir ama öyle az buz değil, tam demokratik Türkiye. Biz bu çözüme doğru adım adım gidiyoruz zaten. Referanduma sunulan paket, bu vadide çok önemli bir adımdır. Şu saatler itibariyle akıbetini bilmediğim fakat emin olduğum YAŞ kararnamesinde hükümetin kararlı tavrı da çok önemli bir adımdır. Ekmeği daha âdil bölüşmek, bölüşülecek ekmeği büyütüp daha lezzetli hale getirmek de öyle...
Biz zaten fiili çözümün içindeyiz fakat
terör baskısı bu çözümü görünmezleştiriyor. Kürtler Türkiye'nin her yerinde, her sektöründe yanı başımızda. Kürtlere vaktiyle revâ gördüğümüz kabalıkların telâfisi için büyük bir zihnî dönüşüm yaşıyoruz. Doğrusu bu olumlu atmosfer içinde federasyon ateşine odun taşımak, bana
Türkçe'nin en muhteşem döneminde (1930'lu yılları kasdediyorum) kalkıp da Dil inkılâbı yapmaya benziyor. O inkılâpla unutulmasın, Türkçe kaybetti; hafızamızı kaybettik, geriledik.
DTP'liler ve lüzumundan fazla beyaz Türkler, bir de bu dili konuşmaya başlasalar çok rahatlayacağız.