Tarihe her zaman farklı pencerelerden bakmak, sıkışan gündemi ferahlatır. Yaşanmakta olan olaylara yeni bir bakış açısından bakma alışkanlığını kazandırır insana.
Yeni ortaya çıkan "Heron skandalı"nı biliyorsunuz. İnsansız hava
keşif aracı Heron,
PKK'lı
teröristleri tespit ediyor. Olay yerine bir helikopterin de gittiği görülüyor ama nedense ateş açmadan geri dönüyor. Ardından da kanlı
baskın geliyor. Bir başka Heron skandalı ise bir komutanın 'Bunlar fazla zayiat verdiriyor, birkaç tanesini düşürelim' sözleriyle ortaya çıktı. Daha da çıkacak gibi görünüyor.
Özetle söyleyecek olursak, PKK ile bazı komutanlar arasında (dilimiz söylemeye varmıyor ama) dirsek teması olduğu yönündeki bulgular giderek çoğalıyor. Böylece PKK'nın çeyrek asırdır neden bitirilemediğine dair kanaatlerimizi gözden geçirme imkânı da doğuyor. Kaç başbakan, kaç
cumhurbaşkanı geldi geçti, hepsi de
ağız birliği etmişçesine 'kökünü kazımak'tan söz ettiler ama
örgüt hâlâ canlı. Demek ki, işin içinde bilmediğimiz dolaplar dönüyor.
Halbuki mesela Ağrı'da herhangi bir
taksi şoförüne sorsanız öğrenebileceğiniz alelade bilgiler bunlar. Çatışmanın bitmesini istemeyen, bundan nemalanan kesimlerin varlığı, oralarda hiç de sır değil. Başka "mahfil"lerde de pek sır olduğunu sanmıyorum. Belki de en son bizim öğrendiğimiz bir "sır" karşısındayızdır.
Bu ortamda tarihimizde eşkıya (teröristler) il
e devlet ve asker arasında benzer dirsek temaslarının kurulduğu dönemleri hatırlamak yararlı olabilir. Mesela kavgası gürültüsü neredeyse bir asra yakın süren Celali isyanları günümüze ayna tutabilir.
Columbia Üniversitesi Sosyoloji bölümü hocalarından Karen Barkey, 1994'te çıkan ve Türkçeye 1999'da çevrilen "Eşkıyalar ve Devlet" adlı kitabında ilginç bir
analiz yapar. Barkey'e göre 1600'lere gelindiğinde
Osmanlı Devleti'nde eşkıyalık yaygınlaşmıştı. Köylüler, medrese öğrencileri, başıboş askerler bu karışıklık döneminin kaynaklarını oluşturuyordu. Yani örgütleri besleyen insan kaynakları, toprakla geçinemeyen köylüler, parasız kalan öğrenciler ve ordudan uzaklaştırılmış askerlerden elde ediliyordu.
Kaynaklar bunlar ama devlet neden bu kaynakları kurutamıyordu? Yoksa kurutmak mı istemiyordu?
Karen Barkey'in çarpıcı tezi şudur: Bu memnuniyetsiz gruplar devlet tarafından "pek çok niyet ve amaçla" eşkıyalığa sürükleniyor, açıkçası devlet "eşkıyalığı imal ve
icat ediyor"du. Tabii ki bu kişilerin ellerine
silah verip doğrudan doğruya eşkıyalığı "yaratmıyordu" devlet. Bu işler zaten böyle cepheden olmaz. Devlet daha çok bu gruplara zemin hazırlıyor ve onları "merkezi ve yerel tahakkümü ve denetimi artırma hedeflerine uyan eylemlere yönlendiriyordu." Böylece eşkıyayı kullanarak bölgedeki denetimini artırıyor, denetimi sağladığı zaman da onları
tasfiye ediyor veya merkezle bütünleştiriyordu. Tabii bu süreçte eşkıya ile pazarlıkların yapıldığı da oluyordu.
Barkey'in şu cümlelerini dikkatle okumakta yarar var: "Devlet, eşkıyalığı, toplumdaki huzursuzluğu başka yerlere kanalize etmek amacıyla ve kendi askerî ve siyasî-idarî ihtiyaçlarının bir yan ürünü olarak imal ediyordu. Bu yüzden de yarattığı bu yeni toplumsal grup pek çok bakımdan onun
hizmetkârı olarak kaldı."
İsyancı ile devlet ilişkisini ortaya koyan bir görüntü.
İstanbul Veznecilerde bir Celali lideri (Abaza Hasan Paşa) ile onun ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilen Kuyucu Murat Paşa aynı türbede son uykularını uyumaktadır.
Böylece isyanlar bastırılıyor ama eşkıyanın kökü kazınmıyordu. Onların üzerinden ince bir
siyaset yürütülüyordu: Muhalefet devlet tarafından kontrollü bir şekilde yönetiliyor, muhtemel başka oluşumlar ise bu tehdit kullanılarak sistemli bir şekilde bertaraf ediliyordu.
Bir başka ilginç nokta, devletin 1519'daki Şeyh Celal isyanından itibaren neredeyse bir buçuk asır süren bütün isyanlara "Celali isyanları" adını vermiş olmasıdır. Eşkıya liderleri de devlete pek "
yabancı" sayılmazlar. Zira pek çoğu hayatlarının bir döneminde devlete şu ya da bu şekilde hizmet etmiş kişilerdi. Nitekim Suriye'deki Canboladoğlu isyanı hariç hiçbirinde bağımsız bir devlet kurma, para bastırma, elçi gönderme gibi faaliyetler görülmemişti.
Celaliler (bunu PKK olarak da okuyabilirsiniz), büyük ölçüde devlet tarafından parayla tutulduktan sonra örgütlenmeye başlıyorlardı. Böylece devlet kuvvetleri ile
terör örgütü kuvvetleri karşı karşıya geldiğinde "benzer bilgilere sahip" ve birbirini tanıyan kuvvetler arasındaki çatışmalara
tanık olunuyordu.
Tarihe burada ara verelim ve bugüne dönelim yeniden.
Hatırlarsanız,
Ergenekon sanığı Mehmet
Zekeriya Öztürk, "PKK'yı MİT kurdurdu" iddiasında bulunmuş ve
Öcalan dava dosyasının mahkemeye gönderilmesini istemişti.
Kürt siyasetinin önde gelen isimlerinden
Kemal Burkay, PKK ile MİT arasındaki ilişkiye dair bazı iddialarda bulunmuş, halen PKK'nın en önemli yöneticilerinden biri olan Duran Kalkan'ın MİT elemanı olduğunu öne sürmüştü. Keza Uğur Mumcu'nun öldürülmeden önce izini sürdüğü söylenen tehlikeli dosyanın MİT-PKK ilişkisi üzerinde odaklandığı biliniyor. Yukarıda belirttiğimiz asker-PKK bağlantıları da deşifre oldukça resmin bütünü hakkında daha iyi bir fikir sahibi olabileceğiz.
Ancak unutmayalım ki, bu tür yapıların her iki yöne doğru da esneme kabiliyetleri vardır ve tasfiyeye direneceklerdir. Osmanlı'da bu tasfiyeyi yapmak, biraz kanlı da olsa Sadrazam (
Başbakan) Köprülü Mehmed Paşa'ya nasip olmuştu. Bakalım günümüzde kime nasip olacak?