Atatürk'ün, altında dinlendiği çam özel
bakım altına alınır ve söylediği meşhur, "Bu
cennet yurt köşesinde mutlusunuz Kızılcahamamlılar" sözü bir levhâya yazılarak asılır. Yanına da
küçük bir büstü konur.
İstanbul yolunda Atatürk, Âfet Hanım'a, "Burada turistik oteller yapılmalıydı" der, böylece bakınız, sanki bugünkü Kızılcahamam'ı
tarif etmiştir.
Gurme, daha doğrusu Frenkçe imlâsı ile "Gourmet" şu mânâya geliyor:
Yemekten anlayan kimse, ağzının tadını bilen, iyi
yiyecek ve içecekten anlayan, boğazına düşkün, obur, damak zevki olan, yiyeceği şeyin lezzetinde titizlenen...
Türkçe tam karşılığı nedir bilmiyorum ama pekâlâ "Tatçı" olabilir; eğer eski Türkçe'yle iktifâ ederseniz Farsça'dan bir kavramı ödünç alıvermemiz yeterli olacak: Şikemperver! "Şikem", karın demek, Arapçası "batn", karınla birlikte mîde anlamına da geliyor. Şikemperver, tam gurme değil; şikemperver resmen ve alenen obur demek;
midesine düşkün, yemeyi içmeyi seven; buna mukabil gurme kavramında, neredeyse bilimsel ve aristokratik bir hava var. Zaten eski dilde şikemperver olumlu mânâda kullanılmaz, aşağılayıcı, tahfif edici bir ifade sayılırdı.
Uzatmayalım, eskiler, "Yemek için yaşama, yaşamak için ye!" derler ki, bu gurmeliğin neredeyse tam zıddı bir yemek felsefesidir; yemek eylemini aşağılayan bir ifâde. Dini edebiyatımızda yemeğe düşkünlük ayıplanmış, hoş gözle bakılmamıştır, hatta bir çeşitten fazlasını "dünya nimetlerine düşkünlük" sayanlarımız da vardır. Yaşamak için yemek, İslâmî literatürde "Kifâf-ı nefs" diye kavramlaştırılıyor; nefsi yatıştırma, pek az bir şeyle onun çığlığını bastırmak, hattâ kandırmak; zira kifaf-ı nefs, yemek arzusunun karşılanması değil, çoğu kere oyalanması, aldatılması mânâlarını da kucaklar ve genellikle yenilecek yemeğin miktarını
hedef alır. Eğer yanlış hatırlamıyorsam âriflerden biri (Muhtemelen Mevlânâ) şöyle demiş bir keresinde, "Bugün midemize gereğinden fazla yiyecek girdi ve hikmetin kuşu, baştan uçup gitti."
"İkisi bir arada pek durmaz" demeye getiriyor hazret, eyvah!
İnsanların çoğunluğu gurmelikle, yaşamak için karın doyurmak, nâm-ı diğer "Kifâf-ı nefs" etmek arasında bir yerlerdedir. Her insan yiyeceği şeylerin lezzetli olmasını ister ama işi gücü bırakıp lezzet peşinde koşmaz.
Gurmelik ikincisi olsa gerek.
Biliyorsunuz, artık bütün gazetelerin, televizyonların gurme uzmanları, mahir aşçıları var (Ki
Oktay Usta'yı tek geçerim her zaman!). Bütün kanallarda yemek tarifleri en itibar edilen programlar arasında yer alıyor. Ortalama
refah arttıkça insanlarda "konfor" beklentisi yükselmeye başladı. "Kaliteli yaşamak ve yaşlanmak" diye yeni bir ideoloji ortaya çıktı ki, bu fakire kalırsa Komünizmin canına okuyan ideoloji
Kapitalizm filan değil, haline vaktine bakmadan her insana, "Ben de bu yaşadığımdan daha iyi bir hayat yaşayabilirim; standartlarımı yükseltebilirim; ben bunda daha iyisine lâyıkım ve daha konforlu yaşamayı talep etmekle hiç de densizlik etmiş olmuyorum" ideolojisidir.
Reformasyon hareketinin başladığı yıllarda Avrupalı bir filozof da buna benzer bir şey söylemişti (Kimdi o, Stuart Mill miydi yoksa?): "Kutsal su, bir baştan bütün başlara dağıldı." Elbette, kutsal suyun miktarını herkesi takdis edecek kadar çoğaltırsanız kutsallığı da sulanacaktır hâliyle. Herkesin yaşayacak kadar yiyecek bulabilme endişesini yenip, öğünlerini muntazam hale getirmeye başladıktan sonra, "Şu
bulgur lâpasını nasıl daha lezzetli pişiririm; görüntüsünü nasıl güzelleştirebilirim?" cinsinden fâsık, lüzumsuz ve baştan çıkarıcı fikirlerin yaygınlaşması da pek tabiidir.
Tatçılıktan, gurmelikten geçtik, işin bir de "Yemek estetiği" kavramı icad edildi; eskiden var mıydı bilmem, herhalde vardı fakat orta sınıfa mensup insanların rahatlıkla edinebildiği iki-üçyüz liralık digital fotoğraf makinalarının menüsünde "Yemek" seçeneğini görünce bir tuhaf olduğumu hatırlıyorum; ne demekti yani, bana bu makinayı satan zihniyet, benim yemek fotoğrafı çekmekten hazeden birisi olduğumu mu varsayıyordu?
Aynen öyleydi!
Fotoğraftan anlayan birileri varsa sorunuz çevrenizde; yemek fotoğrafçılığı artık ayrı bir uzmanlık alanıdır. Esasen televizyonlardaki yemek programlarında görüyoruz, "görgü ediniyoruz". Patatesi haşlayıp çatalla ezdikten sonra irice bir kaşıkla bir batman patatesi alıp iri bir bulamaç kütlesi halinde "gümm" diye tabağa koymuyoruz. N'aapıyoruz? Şekil veriyoruz, üstüne
nane, maydanoz serpiştiriyor, renkli sosla desen koyuyor, gelinlik kız gibi süslüyoruz haspayı. Yahu bunun altı da
kuru fasulye, üstü de; nesini süsleyeceksiniz demiyoruz, "Yemeğe ve emeğe saygı" diye icad edilen yeni üst değerler karşısında eğilip geçiyoruz mecburen.
Gurmelikten galât olarak yemek süsleyici kişilere de ayrı bir unvan (Meselâ "Görme" olabilir mi?) verilmesi gerekir; bazen bunlar işlerini o kadar fazla ciddiye alıyorlar ki yemeği yiyecek miyiz, yoksa fotoğrafı çekip görüntüsüyle mi yetineceğiz, kestiremiyorum.
Haydi bu arada küçük bir samimiyet testi yapalım; yemeğinizin tadına önem verirsiniz, anladık, peki görüntüye aldırış eder misiniz? Meselâ gittiğiniz davette garsonun, "Nasıl olsa aynı yere gidecek, farketmez" diyerek çorbayı, pilavı, salatayı, tatlıyı ve meyveyi mikserden geçirerek boz bir bulamaç halinde tabağınıza kepçelemesine rıza gösterir misiniz?
Kimdir o "Benim için farketmez" diyen, ayağa kalksın da yüzünü görelim bir!..
Çağımız görüntü çağı arkadaşlar; insanlar görmedikleri şeyi doğru dürüst kavrayamıyorlar; bu yüzden dini kitaplar bile resimlendirilmeye, renklendirilmeye başlandı. Yemek fotoğrafçılığı da geleceğin mesleklerindendir; yazın aklınızın kenarında bir yere...
Gelecek hafta
Ramazan mâlumunuz (Peşinen
tebrik ederim efendim;
Allah feyzine eriştirir cümlemizi inşallah). Ramazan demek ne demek?
Oruç demek, yokluğa katlanma demek, perhiz demek...
Başka?
Mahya demek, Ramazan'ın her gününde bir başka İstanbul camisinde Enderun usûlü üzere her durakta farklı bir makam ile
teravih kılmak demek (İstanbul 2010 Ajansı ve İstanbul Müftülüğü'ne peşinen tebrikler; harika proje!), sadaka demek, kanaat demek..
Başka başka?..
Arkadaşlar, niçin hatırlayamıyor gibi numara yapıyoruz; Ramazan demek biraz da
iftar sofrası demek değil midir; öyledir nitekim. Öyle olduğu içindir ki necib basınımız, geride kalan onbir ayı gafletle geçirmiş olsa bile Ramazan yaklaşırken uyanıp, "Arkadaşlar, güzel Ramazan sayfaları yapalım, yemek tarifleri verelim" demezler mi?
Demez olurlar mı hiç; derler tabii...
Her Ramazan böyle olur; orucun ruhunu bilenler, "Aman işin tadını kaçırmayın, iftarda az yiyin, Şeddâdi sofralar kurmaktan kaçının; oruç tutmak aç kalmak değildir, asıl oruç iftardan sonra tertipli davranmaktır" diye bizi ölçülü olmaya davet ederken, bilumum medyamız "Antep fıstıklı bohça böreği,
Menemen usûlü tavada rosto" gibi tuhaf yemek tarifleriyle bizi ölçüsüz davranmaya, bol para harcamaya, çok yemek yemeye ve yediklerimiz hakkında dedikodu yapmaya sevkederler.
Herşeye tamam fakat, oruçlu iken yemek sohbetinde bulunmanın, orucun faziletini bir miktar azalttığına dair büyüklerimden işitmiş olduğum azar, yüreğimi yaralıyor. Tamam gurmelik yapmayalım, israfa bulaşmayalım,
Firavun sofraları kurmayalım fakat azizim, ikindi ile
akşam arasında şöyle orucun verdiği
açlık hissinden başı dönmeye başlamış bir arkadaşı ele geçirince, ona zıvanadan çıkaracak kertede yemek tarifinden bahsetmenin neresi faziletsizliktir bilemiyorum.
Aranızda şöyle halden anlar bir fakih yok mudur ey azizler; medet!