Başbakan Erdoğan'ın
referandum kampanyasının açılış konuşması olarak algılanan konuşmasında...
Başbakan Erdoğan'ın referandum kampanyasının açılış konuşması olarak algılanan konuşmasında 12
Eylül idamlarını gündeme getirmesi, idam mektuplarından alıntılar yapması -ve bu arada duygulanarak ağlaması- üzerinde çok konuşuldu.
Solcuların tepkisi garip bir tepkiydi; kıskanç bir şekilde acılar üzerinde tekel kurmaya çalışan bir tepki... "
12 Eylül'ün mağduru biziz, sana ne oluyor da bizim acımıza sahip çıkıyorsun, bizim acımızdan nemalanmaya çalışıyorsun" dediler
özet olarak. Ve tabii her zamanki "samimiyet"
tartışmasını yeniden gündeme getirdiler: Erdoğan 12 Eylül karşıtlığında samimi değilmiş. Zaten içinden geldiği siyasi gelenek de o zamanlar 12 Eylül'le uzlaşmış.
Bu arkadaşlar siyasette samimiyet tartışmasının boş bir tartışma olduğunu hâlâ anlayamadılar. Siyasette niyet okumayla bir yere varılamaz, olgulara bakılır. Çünkü siyasetçinin "gerçekte" ne istediğinin, ne düşündüğünün, ne hissettiğinin bir önemi yoktur; yaptıklarının önemi vardır.
Böyle bakıldığında, Erdoğan, otuz yıldır gelmiş geçmiş bütün başbakanların yapamadıklarını yapmış bir siyasetçi. Zincirbozan mukimleri başta olmak üzere, 12 Eylül mağduru nice siyasetçinin kaldıramadığı 15. maddeyi kaldırmaya cesaret eden o olmuş. O utanç verici madde, bir siyasetçi çıkıp da "nemalansın"(!) diye tam otuz sene beklemiş. Bu
halk tam otuz yıldır biri çıksın şu maddeyi kaldırsın da "nemalandırayım" diye dört gözle beklemiş. Neden kimse kalkışmamış da
AK Parti Hükümeti kalkışmış?
Var mı bunun ötesi? Var mı samimiyetin daha somut bir testi?
x x x
Her neyse, aslında benim bugün yazmak istediğim asıl konu bu değil. Yukarıdaki satırları biraz uzatılmış bir giriş olarak kabul edin ve asıl konumuza girelim.
Niyetim başlıktaki sorunun cevabını aramak. Hükümet kampanyayı "12 Eylül'le hesaplaşma" üzerine mi oturtmalıydı?
15. maddenin kaldırılmasına verdiğim öneme rağmen; bu paketin 12 Eylül'le hesaplaşma babında önemli bir adım olduğunu kabul etmeme rağmen, ben başlıktaki soruya olumlu
cevap veremiyorum. Hükümetin kampanya propagandasını 12 Eylül'le hesaplaşma teması üzerine oturtmasında yanlış olan bir şey var.
Evet, bu paket 12 Eylül'le de hesaplaşıyor ama ana teması bu değil. Paketin ana teması
demokrasi önündeki "Yüksek
Yargı" kilidini açmaya çalışması. Askeri
bürokrasi açık
darbe yapma imkânını kaybettikten sonra, vesayetin bu defa da
yüksek yargı bürokrasisi eliyle sürdürülmesinin engellenmesi. Bu ana tema, 12 Eylül'ü kapsayan ama onu çok aşan; Türkiye'de siyasetin 12 Eylül'den çok önce başlayan ve hâlâ da süren en temel sorununa ilişkindir. O yüzden de kampanya bu ana tema üzerine oturtulmalı, değişiklik paketinin en önemli iki maddesi olan
Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın oluşumunda yapılan değişikliğin anlamı geniş kitlelere döne döne anlatılmalıdır.
12 Eylül'le hesaplaşmanın ön plana çıkarılması daha geniş kitleleri ikna etmek için düşünülmüş bir taktik olabilir. Özellikle "
Hayır" oyuna hazırlanan sol kamuoyu ve MHP tabanı bu yolla
evet saflarına çekilmeye çalışılıyor olabilir.
Ne var ki ben bu taktiğin etkili olacağını sanmıyorum. Tam tersine, 12 Eylül'le hesaplaşma fikrinin ön plana çıkarılması, Hükümetin muhalefet tarafından öne sürülen "kendi yargısını yaratıyor" suçlamalarından ürktüğü ve bu yüzden de paketin ana fikrinin geri plana aldığı; en kötüsü de asıl yapmak istediği değişiklikleri 15. madde gibi bazı "yemlik" maddelerin arasına sıkıştırıp çaktırmadan geçirmeye çalıştığı gibi bir izlenim yaratıyor.
Gerçekte, yüksek yargıya ilişkin değişikliklerin hiçbir şeyin arasına sıkıştırılma gibi bir ihtiyacı yok. Bu değişiklikler hükümetin göğsünü gere gere savunması gereken; her demokratın da rejimin sağlığı açısından sonuna kadar arkasında durması gereken değişiklikler.
Bu paket esas olarak tarihle uğraşmıyor; bugünü değiştirmeye; bugün demokrasinin başına musallat olan bir problemi defetmeye çalışıyor. Bu problem de yargının siyasete müdahalesidir. Hükümetin referandum kampanyasını bu temel üzerinde yürütmesi hem daha gerçekçi hem de daha ilkeli olacaktır.