İki buçuk aydır Downing Caddesi 10 Numara’da ikâmet eden David Cameron’ın
Ankara’daki sözleri,
Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne
katılım çabasına
Londra’nın verdiği güçlü desteğin,
İşçi Partisi hükümetinden sonra, Muhafazakâr ağırlıklı
koalisyon tarafından da sürdürüleceğinin çok açık bir göstergesi.
Bununla birlikte, Oxford’dan
felsefe,
siyaset, iktisat (PPE) diplomalı ve kırk dört yaşına girmesine daha birkaç ay olan Britanya
Başbakanı’nın dünkü konuşmasının önemi, Ankara- Londra dayanışmasına indirgenemez.
Zira bu konuşma, bir yönüyle de, Eski Kıta'nın kendi içindeki yeni
iktidar mücadelesini
tarif ediyor...
Cameron, Türkiye’nin katılımının
Avrupa Birliği’ni güçlendireceğini söylerken, “iyi
misafir” rolü oynamıyor; doğrudan doğruya “Avrupa’nın çıkarına” saydığı bu katılım için,
Paris ve Berlin’le stratejik bir
kavgayı göze aldığını da açıkça ilân ediyordu nitekim.
Kendisini “
modern bir merhametli muhafazakâr” diye tanımlayan yeni Başbakan, partisi içindeki bazı eski kafalıları da karşısına almak pahasına sahip çıktığı “Avrupa vizyonu” ve bu vizyon kapsamında Britanya’ya biçtiği yeni “liderlik rolü” gereği,
Almanya ve
Fransa’nın muhafazakâr siyasetçileriyle kapışmaya hazır...
Cameron’ın ziyaretini
Guardian gazetesi adına izleyen dış
politika yazarı Nicholas Watt’ın dün bloguna düştüğü şu not bence çok önemli:
"Başbakan NATO içindeki ikinci büyük orduya sahip olan Türkiye'den hem kampın bekçiliğini yapmasını bekleyen hem de bu
ülkenin çadırıa girmesine izin vermeyen Avrupa'yı çifte standart uygulamakla suçlarken, alışılmışın dışında sert bir dil kullandı. Ama General Charles de Gaulle'ün Britanya'nın, AET üyeliğine 'non' (hayır) demesi Türkiye'ye gösterilen husumeti karşılaştırmakla Cameron şunu da açıkça ortaya koymuş oldu ki, Fransa ile kavga etmeye hazırlanıyor. Başbakan, Downing Street'e geldiğinden bu yana geçen iki buçuk ay zarfında, büyük dikkatle hazırlanmış ve ziyadesiyle parlak bir konuşma yapmıştı. Ama ilk kez hitabet yeteneğini, Britanya'nın Avrupa'daki en yakın iki ortağına olan öfkesini böylesine kuvvetli bir şekilde ortaya koymak için kullanmış oldu."
Watt’ın “Britanya’nın Avrupa’daki en yakın iki ortağı” diye söz ettiği Fransa ve Almanya, halihazırda, Nicolas
Sarkozy ve Angela Merkel’in damgasını taşıyan ve temel tezi “Türkiye Avrupalı değildir” diye özetlenebilecek olan bir “ret cephesi”nin öncüleri.
Cameron’ın Ankara’daki konuşması ise, bu cephenin hem temel tezine hem de bu teze dayanak yaptığı bilumum itiraza karşı bir manifesto niteliği taşıdığı için ayrıca önemli, hatta “tarihî” nitelikteydi.
"Bu, Avrupalı bir ülke değil. Tarihi, coğrafyası, ekonomisi, tarımı ve halkının karakteri farklı bir yönü işaret ediyor. Bu ülke, hangi iddiada bulunursa bulunsan, hatta neye inanırsa inansın, tam üye olamaz."
Bu sözleri telaffuz etti Cameron ve sonra, “ret cephesi”nin herhangi bir mensubunun Türkiye için kolaylıkla kullanabileceği bu argümanın asıl sahibini hatırlattı; General de Gaulle’ün 1963 ve 1967 yıllarında, Britanya’nın AET’ye girmesine karşı çıkarken söylediği sözlerdi bunlar...
Cameron’a göre, bugün Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine direnen Avrupalıları üç grupta toplamak mümkün:
Birinci grupta, "korumacılar" yer alıyor; bunlar Türkiye’nin iktisadi gücünü, siyasi nüfuzunu ve demografik yapısını, Avrupa’nın ortak refahına ve nüfuzuna katkı yapacak pozitif bir değer olarak görmektense, bunu “korunmayı” gerektiren bir tehdit olarak algılayan kesim...
İkinci gruba "kutuplaşmacılar" adını verdi Cameron; bu grupta, tarihi de, güncel siyaseti de bir “medeniyetler çatışması” olarak okuyan, Türkiye gibi bir ülkenin “hem Doğulu hem Batılı” olabileceğini reddeden ve “Bu ülke bir parça Doğulu, öyleyse bizden değil” diyenler var.
Üçüncü grup, "önyargılılar" dan oluşuyor ki, işte burada Cameron’ın sözü hiç dolandırmadan söylediği gibi “
İslam’ı bilinçli olarak yanlış anlayan” bir güruh çıkıyor karşımıza; “İslam düşmanı” ya da en iyi ihtimalle “İslamofobiden mustarip” bir kesimden söz ediyoruz velhasıl.
Britanya Başbakanı, bu ifadeyi kullanmadı ama bu üç gruba, pekâlâ, "dar kafalılar" da diyebiliriz; zira kavrayışları, “küreselleşen dünyada daha etkin, daha rekabetçi, daha çoğulcu, daha demokrat ve daha açık bir Avrupa” idealini kucaklayabilecek kadar geniş değil; kendi kum havuzunda oynamaktan memnun, nüfuzu ve refahı sınırlı,
küçük, türdeş, ötekileştirici ve tabii, Hıristiyan bir birliğin “dar” sınırlarıyla yetinmeye razılar.
Cameron, bu üç grubun tezlerinin de yanlış olduğunu söyledi dün:
"Türkiye'nin olmadığı bi AB daha güçlü değil daha zayıf olacaktır. Daha güvenli değil daha az güvenli olacaktır. Daha zengin değil, daha fakir olacaktır."
Doğrusu, buna benzer değerlendirmeleri, “geniş görüşlü” başka dünya liderlerinden de işittik daha önce.
Ama Cameron dün bu sözlerle yetinmedi ve Britanya Hükümeti olarak, her üç grubun da tezlerini çürütmeye yönelik uluslararası çabaların ön cephesini oluşturmak istediklerini söyledi.
İşte bu yeni bir şey...
Bugüne dek, Türkiye’nin AB’ye üyelik hedefini, bir “çıkar” meselesi, bir “vizyon” meselesi, bir “liderlik” meselesi olarak benimseyip, bu katılımın önündeki engelleri aşmak için bizzat çalışmayı misyon edinmiş Avrupalı lider sayısı çok değil zira.
Hele de siyasi yelpazenin sağında yer alan bir liderin, bunu bu açıklıkla ilân etmesi basbayağı bir sıçramaya tekabül ediyor.
Hayırlı olsun.