Genelkurmay Başkanı'nın gecenin bir saatinde Başbakan'la yaptığı uzun görüşmeyi; ardından Adalet Bakanı'nın Hatay'dan apar topar Ankara'ya çağırılışını okuyunca, ne yalan söyleyeyim, içimi bir
Şemdinli korkusu sardı:
Ya yine bir uzlaşma olursa?
İddianameyi engellemek için
vakit çok geç. Mahkeme iddianameyi kabul etti ve 102
subay için yakalama emrini de oybirliği ile çıkardı.
Peki, Başbuğ ne istiyor Başbakan'dan?
Nasıl bir pazarlık dönüyor bu defa? "Gelin anlaşalım; şunu şunu harcayalım; şunu şunu koruyalım" gibilerden "ahlaksız teklifler" mi yapılıyor? Nasıl bir "aldım-verdim ben seni yendim" oyunu oynanıyor?
En büyük çabanın ağustos başındaki
YAŞ toplantısından "istenilen sonucu" almak üzerine yoğunlaştığı belli. Kulislerde konuşulanlara bakılırsa yakalama emri çıkarılan subayların "kurtarılması" için üç plan üzerinde çalışılıyor. Bütün planlar,
mahkemenin yakalama emri çıkarttığı
sanıkların Yüksek
Askeri
Şura toplantısı tamamlanıncaya kadar bir yolu bulunup cezaevine girmelerine engel olmak üzerine kurulmuş. Bulunan "çare"lerden biri mahkeme kararının
Merkez Komutanlıkları tarafından muhataplarına ulaştırılmasının geciktirilmesi. Bir diğeri, mahkeme kararına yapılacak itirazlar ve
reddi hakim talepleri ile zaman kazanılarak YAŞ toplantısı tamamlanana kadar
muvazzaf askerlerin cezaevine gönderilmesinin önüne geçilmesi. Artık yakından tanıdığımız "Gata-Kulli" yöntemiyle
rapor, hava değişimi derken zaman kazandırılması ise yeri geldikçe kullanılmak üzere her daim yedekte bekletiliyor zaten.
x x x
Bir ordunun
generallerinin neredeyse onda biri
darbe suçlaması altında. Bu gerçekten de örneği kolay kolay bulunamayacak bir tablo. Ama o ordunun başındaki general, bu utanç tablosu nasıl oluştu, nerede hata yapıldı, nasıl temizleriz; bu dehşet tablosunun hesabını halka nasıl veririz, kendimizi bu halka nasıl affettiririz, güvenini tekrar nasıl kazanırız, diye kafa patlatacağına, yollara düşmüş darbecileri kurtarmaya çalışıyor. Gece yarısı Başbakan'a ricaya geliyor. Terör örgütü yönetmekten sanık bir ordu komutanına bizzat ziyarete gidiyor. Heron skandalı konusunda sus pus oluyor ama sanık
generalleri
savunmak için kamuoyu karşısına çıkıp onların
teröre karşı mücadeledeki kahramanlıklarını anlatıyor...
Savunma için söylenen şeye bakın: Sanık durumunda olan generaller şu anda birliklerinin başında, teröre karşı mücadelede kritik görevler yapıyorlarmış.
Bu durum aslında bir skandaldır, bir rezalettir. Bir ordunun genelkurmayı terörle mücadelenin kritik görevlerini nasıl olur da parlamentoya karşı
darbe planı içinde yer almış sanık subaylara emanet eder? Halkı birbirine kırdırmak için provokasyonlar planlama; masum insanların evlerine uyuşturucu ya da
silah koyarak tuzak kurma,
kaos çıkarmak için cami
bombalama, kendi jetlerimizi düşürme gibi vahim iddialarla yargılanan subaylar nasıl olur da hâlâ görevinin başında kalır? Bu rezalet devam ederken vatandaş bu şaibeli komutanların yönetiminde olan bir orduya kendi evlatlarını nasıl teslim eder? Onların emrindeki bu birliklerin gerçekten ülkenin güvenliği için kullanılacağına nasıl güvenir? Çocuklarının, deşifre olan o dehşet verici planlar doğrultusunda kullanılmayacağına nasıl emin olabilir?
Nitekim emin olamıyor. Her
PKK baskınından sonra kafalardaki soru işaretleri de büyüyor. "Saldıran gerçekten PKK mıydı", diye soruyor insanlar içlerinden. Her
mayın patlamasında "kimin yerleştirdiği mayın" sorusu üşüşüyor kafalara.
Heron Skandalı'nda ortaya çıkan ses bantlarını tüyleri diken diken olarak dinliyor.
Acı ama gerçek olan şu ki, Genelkurmay hâlâ "adamlarını" kurtarmak için planlar yaparken, YAŞ'ta asker ve
sivil kanadın bir "ortayolda" anlaşması, şu kadar kişiyi kurtarmak üzere şu
kadar kişinin "
kurban verilmesi" üzerine ince taktikler geliştirirken, aslında bütün bir orduyu kurban ettiğinin farkında değil.
Evet...
Ordu yönetimi koskoca bir ordunun prestijini, güvenilirliğini ve savaşma gücünü 102 subayın "kurtarılması" için feda ediyor.
Bu kafa, savaş mesleğinde uzlaşmış bir kurmayın kafası olamaz; olsa olsa
iktidar hırsından gözü dönmüş maceracı bir siyasetçinin kafası olabilir.