Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Meclis’teki grup toplantısında 12
Eylül’de idam edilen gençlerin mektuplarını okurken duygulanması bazılarınca samimi bulunmadı... “
12 Eylül ona ve onun temsil ettiği siyasi eğilime dokunmadı, dolayısıyla o mektupları okurken sahici bir acı duymuş olamaz, rol yapıyor” dendi.
Bu türden yorumları okurken, aklıma
Yavuz Turgul’un
Gönül Yarası filmindeki Dünya (Meltem Cumbul) ile Nazım
Öğretmen’in (
Şener Şen) bir kadın şarkıcıdan (Aynur)
Kürtçe bir ağıt dinledikleri sahne geldi. Nazım Öğretmen, “Sen Kürtçe biliyor musun ki” diye soruyordu ağıdı ağlayarak dinleyen Dünya’ya... Dünya’nın cevabı: “Nazım abi, bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek var mı?”
Başbakan’ın o mektuplara ağlaması için ille de 12 Eylül’ün sillesini yemiş olması mı gerekiyor? Tabii ki hayır. Siz asıl, o mektupları okurken ağlamayanlardan korkun.
Fakat benim derdim başka... Ben, Başbakan’ın o konuşmasını, referandumda “
evet” için açtığı
kampanyayı “12 Eylül’le
hesaplaşma” temeline oturtacak olmasının işareti olarak
algıladığım için rahatsız oldum. Nitekim sonraki günler bu algımın isabetsiz olmadığını gösterdi.
Ben, Başbakan’ın gözyaşlarından hiç rahatsız olmadım (çünkü orada sıradan bir insan gördüm), fakat 1982
Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasını “12 Eylül’le hesaplaşma” olarak sunmasından çok rahatsız oldum (çünkü orada, siyasi bir amaç uğruna, inanmadığı bir şeye inanıyormuş gibi yapan sıradan bir politikacı gördüm).
Başlıktan da anlaşılacağı gibi, rahatsızlığımın bir evveliyatı var. Evet, 1982 Anayasası’nın 12 Eylül yöneticilerinin yargılanmasını yasaklayan geçici 15. maddesi Anayasa değişiklik paketine ilave edilince, genellikle aynı doğrultuda düşündüğüm birçok arkadaşımın tersine, ben sevinmemiştim; tam tersine rahatsızlık duymuş ve bu rahatsızlığımı da 2 nisan tarihli, “Paketteki ‘Geçici 15. Madde’ye neden sevinemedim” başlıklı yazımda ifade etmiştim.
Demek ki öncelikle, “
helal olsun AK Parti’ye”den başka bir tepkinin abesle iştigal gibi göründüğü “geçici 15. madde” hamlesinin beni neden rahatsız ettiğini hatırlatmalıyım size... Ardından da bugün gelinen noktada rahatsızlığımın neden daha da büyüdüğünü izah etmeye çalışacağım.
Geçici 15. Madde “ağır” bir maddedir
Geçici 15. Madde’nin kaldırılacağının anlaşıldığı günlerde, Prof. Turgut Tarhanlı Milliyet’ten
Devrim Sevimay’a bir söyleşi vermişti. Onun, konuyla ilgili olarak söyledikleri, benim düşündüklerimle neredeyse birebir aynıydı:
“Çünkü evet, 15. Madde’nin kaldırılmasına hepimiz
şapka çıkartabiliriz; kaldırılsın. Ama 15. Madde, sadece kendisini kaldırmakla üstesinden gelinemeyecek ve bu kadar kolay bir usulle ‘geçmişle hesaplaştık’ mesajı verilemeyecek ağırlıkta bir maddedir. Bu ağırlığın hakkı verilmediği sürece Geçici 15. Madde’nin anayasa taslağı içerisindeki yeri bana bir hesaplaşmadan çok
araçsal, çok kısa vadeli çıkarlar ve toplumsal iradenin bu kısa vadeli çıkarlar yönünde evrilmesine katkı sağlamaya yönelik bir enstrüman gibi görünüyor.”
Bunları aktardıktan sonra, kendi düşüncemi, “Valla, ne yalan söyleyeyim, bana da öyle görünüyor” diye ifade etmiştim.
Prof. Tarhanlı’nın, 12 Eylül’le gerçek bir hesaplaşmanın özünde “siyasi” bir mesele olduğunu, dolayısıyla meselenin hukuka havaleyle çözülemeyeceğine dair söylediği şeyler de çok önemli gelmişti bana:
“Geçmişle hesaplaşmada demin de anlattığım gibi hukuk yetersiz kalabilir. Hukukun yetersiz kaldığı zamanlarda ise hükümetin omuzlarına ağır bir politik sorumluluk biner. 30 yıldır hesabı verilmemiş mağduriyetler içinde yaşayan
Türkiye vatandaşlarını bu ağırlığın altında bırakmama sorumluluğudur bu. Ve hiç hafif bir konu değil, çünkü bu bir yargılama meselesi değil, hesap verebilme meselesidir.”
Evren nefretimiz “mış gibi” mi
O yazıda, “Geçici 15. Madde’yi kaldırdık, 12 Eylül’le hesaplaşmanın önünü açtık” çıkışını neden fazla anlamlı bulmadığıma dair Turgut Tarhanlı’nınkinden başkaca rezervler de öne sürmüştüm. Bunlardan biri de, “toplumun 12 Eylül’le hesaplaşma iştahsızlığına” ilişkindi. Şöyle yazmıştım:
“Ben bugün dahi 12 Eylül’cülerin yargılanması yönünde yeterli bir toplumsal arzunun bulunmadığını düşünüyorum. Medyanın varmış gibi yansıttığı ‘
Kenan Evren nefreti’nden pek emin değilim. Sorulduğunda, Kenan Evren’den nefret ettiğini söyleyecek insanların büyük çoğunluğunun aslında öyle düşünmediği, öyle hissetmediği kanaatindeyim. Kenan Evren’e gerçekte antipati duymayan çok sayıda insan, algıladığı toplumsal baskılar nedeniyle ‘tercihini çarpıtıyor’ ve ondan nefret ettiğini, en azından onu onaylamadığını söylüyor. (...) Kenan Evren, bu toplumun nefret ettiği değil, nefret edermiş gibi yaptığı bir
diktatör!”
Eksik teşhir: “12 Eylül bir zulüm dönemiydi.”
Yazının son bölümünü,
halkta bu algının oluşmasında “sol”un sorumluluğuna ayırmıştım:
“Sol, 12 Eylül faşizmi karşısında kesin olarak yenildikten sonra, onu teşhir etmede de yanlış (eksik) bir
siyaset izledi. Zannetti ki, bu dönemin kaba şiddetini, insafsızlığını teşhir ederse, halk da bu şiddetin sahiplerinden hesap sorulmasını isteyecek. Bu beklentinin karşılık bulmamasının temel nedeni, halkın, 12 Eylül’ün, başka çare kalmadığı için yapıldığına inanmasıydı.
Toplumlar, böyle koşullarda, otoriteyi (‘istikrarı?’) sağlayan kuvvete çok geniş bir
kredi tanırlar; o kuvvetin otoriteyi sağlamak için şiddet kullanmasını da meşru sayarlar.
“Bu zincirin (halkta rıza yaratma sürecinin) kırılmasının tek bir yolu vardır: Kendisine kredi verilen gücün bizzat o kargaşanın aktörlerinden biri olduğunun, kargaşaya
iktidar için bilerek göz yumduğunun ve kargaşayı kışkırttığının gösterilmesi...
“Bugün artık biliyoruz ki Türkiye’de işler aynen böyle yürütüldü. Yine biliyoruz ki, 12 Eylül’cülerin teşhirinde olağanüstü önemi olan bu hakikatin propagandasına hemen hemen hiç itibar edilmedi. Bunun bir sürü nedeni olabilir. Bence asıl neden, böyle yapıldığı takdirde 12 Eylül öncesindeki ‘
devrimci mücadele’nin anısının zarar göreceği kuşkusuydu.
“Kanımca, 12 Eylül’ü yargılamaya girişmeden önce Turgut Tarhanlı’nın isabetle işaret ettiği ‘siyasi
hazırlıklar’ kadar, toplumun vicdanının hazırlanması da önemlidir.”
İnanmadığınızı bırakın, inandıklarınıza bakın!
Geldik bugüne... 12 Eylül’ün mağdurları Başbakan’ın gerçek bir hesap sorma arzusu içinde olmadığını, durumu istismar edip referandumda oya tahvil etmeye çalıştığını söylerken bence önemli ölçüde haklılar... Öte yandan “sol” da “geçmişteki şanlı mücadeleyi kirletmemek” kaygısıyla “eksik teşhir”de ısrarlı olmaya devam ediyor. (Bilmiyorum, belki bundan vazgeçse bile halktaki algı artık kırılamayacaktır.)
Bu durumda, 12 Eylül’den sahici anlamda bir hesap sorma işi, tarafların hiçbirinin üzerine düşeni yapmadığı, ama “hesap sorma”nın bolca telaffuz edildiği bir kör dövüşüne dönmeye başladı. Ortada bir “tiyatro” var ve biz o tartışmanın tartışmacılarıyız.
Bu arada, 12 Eylül zulmü konusunda 30 yıldır susanların başlattığı “12 Eylül gerçeklerini ifşa kampanyası” da tahammülfersa boyutlara ulaştı. Evet, yeni kuşakların Türkiye’nin karanlık geçmişini fark etmeleri için bir projektör vazifesi görüyor bu yayınlar, fakat projektör gözümüzü almasın: Çok açık ki, sözünü ettiğim kampanya esas olarak 12 Eylül’ün acılarını referandumda “evet” hedefi doğrultusunda araç olarak kullanmak üzere devrededir. Kampanyanın, muhtemel bir “evet”in ardından unutulacağından hiç kuşkum yok benim.
Siyaseten meşru, fakat ahlaken problemli bir pozisyon bu. Geç olmadan bu işten vazgeçilse keşke; referandumda “evet”
çağrısı, bizzat çağrı yapanların inanmadığı bir noktadan değil de hakikaten inanılan maddeler üzerinden yürütülse...