Nükleere var, rüzgâra yok


Türkiye Büyük Millet Meclisi, tatil öncesi yaz sıcağında gece yarılarına kadar çalışıyor. Meclis, hükümet tarafından önüne konan bir dizi kanunu tatil öncesi yasalaştırmaya çalışıyor. Bu fazla mesai sırasında Meclis’te kabul edilen kanunlardan biri de, Mersin Akkuyu’ya (ve sonra da Sinop’a) yapılacak nükleer santrallarla ilgiliydi. Türkiye, daha önce başarısız kalan nükleer santral ihalelerinin ardından, nükleer bir santrala sahip olma arzusunu yerine getirebilmek için, enerji piyasasına getirdiği yeni kurallarda bir istisna yarattı. Daha önce nükleer santral ihaleleri başarısız oldu, çünkü Türkiye, bu santralda üretilecek elektriğe yeteri kadar uzun süre için ve yeteri kadar miktarda parayla alım garantisi vermiyordu. Ortada üretilecek elektriğin ‘yeterli’ bir fiyattan ‘yeterli’ bir süre alınacağına dair bir garanti olmayınca da, santral ihalesine katılacak şirketler kendilerine finansman bulmakta güçlük çekiyorlardı. Yeni kanunla birlikte hem Türk tarafından nükleer santrala özel bir şirketin değil devletin ortak olması hem de bu santralda üretilecek elektriğe yaklaşık 13 avro-sent (‘Avro-kuruş’ mu demeliyim acaba?) fiyatla alım garantisi verildi. Bu hesabın adil olup olmadığı konusu tamamen ayrı bir yazının konusu. Nükleer santral maliyetleri ve bu santralda üretilecek elektriğin maliyeti iyi bilinmeden bu tartışmaya girmek istemem. Benim tartışmak istediğim konu şu: Türkiye, nükleer enerjiyi de ‘yenilenebilir enerji’ sayıyor. Yani, bir anlamda ‘doğa dostu’. Hadi bu tartışmaya da girmeyelim, ama aynı kanunda nükleer ‘yenilenebilir’ enerjiye 13 avro-sentlik alım fiyatından, rüzgârdan elde edilen ‘yenilenebilir’ enerjiye ise 5.5 avro-sentlik alım fiyatından alım garantisi verilince insanın kafası karışıyor. Halen bekleyen çok sayıda ve toplamına bakıldığında gerçekten büyük bir rüzgâr enerjisi yatırımı/yatırımcısı portföyü var Türkiye’nin. Türkiye’nin rüzgâr potansiyeli de fena değil; ayrıca dünyada rüzgâr ve güneşten elektrik üretmeye dönük ciddi bir eğilim var. Türkiye’nin en azından kendi bölgesi için önce yatırım, ardından da teknolojik bilgi birikimi merkezi olması hâlâ mümkün. Özellikle Arap yarımadasındaki ülkeler, güneş enerjisiyle çok ilgililer, onların güneş potansiyelini anlatmaya bile gerek yok herhalde. Bu ülkelere teknoloji ve bilgi Türkiye’den gidebilir. Gidebilir ama önce Türkiye’de teknolojinin ve bilginin olması gerek. Bunun için de Türkiye’nin kendi topraklarına yatırımı teşvik etmesi gerek. Kim bilir kaç yıldır bu teşvik konusu konuşuluyor. Türkiye’de yatırım yapmak isteyenler, en azından Almanya’nın verdiği rakamların Türkiye tarafından da verilmesini istiyorlar. Bu rakam, 19 avro-sent. Ancak Türkiye kendi ekonomik güçlükleri nedeniyle 19 avro-senti veremedi, bence vermeliydi. Şimdi nükleere 13 verilirken rüzgâr ve güneşe 5 verilmesi kafaları iyice karıştırdı. Yanlış anlaşılmasın nükleerin teşvik edilmesine karşı değilim, ‘Türkiye’yi Ruslara sattınız’ gibi bir şey de söylemiyorum ama rüzgâr ve güneş enerjisinin en az nükleer kadar teşviki hak ettiğini düşünüyorum. *** Türkiye’nin gerçekten kendine ait bir enerji stratejisi var mı, zaman zaman ciddi şüphelere kapılıyorum. Önümüzdeki kuşakları ilgilendiren bu konuyu gelin biraz konuşalım.
<< Önceki Haber Nükleere var, rüzgâra yok Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER