İade-i itibar


Makatına cop sokarken “Hun İmparatoru Attila” diyorlardı ona; kısaca “Attila.” O zamanlar yirmi iki yaşındaydı. Arjantin ikinci ligindeki Almagro futbol takımının kalecisiydi; esmer, kuvvetli, neşeli bir adamdı. 23 Kasım 1977 günü, bir maç sonrasında, özel harekâtçı askerler tarafından kaçırıldı. Buenos Aires’in dış mahallelerinden Moron’a götürdüler onu; Sere Mansion (Sere Malikânesi) diye bilinen eski konağa yerleştirdiler. Orada tam yüz yirmi gün kaldı. Konağın, çoğu kendisi yaşlardaki diğer “konuk”larıyla birlikte tam yüz yirmi gün, ağır işkence gördü. Sorgucular, sol örgütlerle ilgili bilmediği şeyleri anlatmasını, tanımadığı adamların isimlerini vermesini istiyorlardı ondan, “bilmiyorum” dedikçe eziyetin şiddetini arttırıyorlardı. Tam yüz yirmi gün, uzuvlarını unutup aklını korumaya çalışarak dayandı. Tam yüz yirmi gün kaçacağı günü düşündü. 23 Mart 1978’de düşündüğünü yaptı. Aynı kaderi paylaştığı üç arkadaşıyla birlikte, Sere Malikânesi’nden kaçmayı başardı; yağmur yağıyordu, karanlıktı; bereli vücutları çırılçıplak, görünmeyen yaraları görünenlerden de derin dört genç adamdılar; gecenin içine koştular, kurtuldular. İşkencecilerinin “Attila” diye seslendiği Claudio Tamburrini bugün elli beş yaşında bir felsefe profesörü. Dünya onu, Maradona’dan ilhamla Tanrı’nın Eli adını verdiği Spor felsefesi üzerine denemeler alt başlıklı kitabıyla da tanıyor. Ama uluslararası ününü, asıl, Pase libre: la fuga de la Mansion Sere (Serbest Transfer: Sere Malikânesi’nden kaçış) adlı otobiyografik kitabına borçlu. Kitap, 23 Mart 1978’deki o imkânsız kaçışı anlatıyor. Cronica de una Fuga (Bir Kaçışın Günlüğü) ise, Israel Adrian Caetano’nun bu kitaptan yola çıkarak 2006’da çektiği filmin adı. Geçenlerde bir akşam gazetede otururken bu filmi izledik. Arjantin’de Kirli Savaş yıllarında işkencehane olarak kullanılan Sere Malikânesi’ne bakarken, 12 Mart dönemimin Ziverbey Köşkü’nü düşünmemek imkânsızdı. Claudio Tamburrini’nin ve gözaltında işkence gören diğer gençlerin yaşadıklarını, “Birinci Gün”, “İkinci Gün” diye birbirini takip eden bölümler halinde, âdeta bir belgesel gibi izlerken, 12 Eylül dönemindeki Diyarbakır cezaevini, Mamak’ın C-5’ini, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün altındaki Derin Araştırmalar Laboratuarı’nı akla getirmemek imkânsızdı. Arjantin’deki faşist rejimin elinden kurtulup, onca zulümden sonra hayata dönebilen Tamburrini ve arkadaşlarının hikâyesini öğrenirken, Türkiye’deki darbecilerin elinde can vermiş arkadaşlarımızı, 12 Eylül ile sona ermiş ya da eksik kalmış hayatları, hayatlarımızı hatırlamamamız imkânsızdı. Filmin sonunda, Sere Malikânesi’nden kaçan gençlerin daha sonra ne yaptıklarına ilişkin kısa birer yazı geldi ekrana. Farklı yerlere gitmiş, farklı hayatlar kurmuşlardı. Onları birleştiren şey ise, o yüz yirmi günün dehşeti değildi sadece. Kaderlerinin bir diğer ortak cümlesi şuydu: “1986’da, Arjantin’de askerî rejimin işlediği suçlar konusunda kurulan mahkemede ifade verdiler.” Bu cümleyle karardı ekran. Sarsılmıştık. Kanal değiştirdik; tanıdık birkaç yazarın 12 eylüldeki referandumu tartıştığı bir programa rastladık. 1980’de ağır işkence gören bir meslektaşımız da vardı aralarında. Anayasa değişiklik paketine ne oy vereceği konusunda susuyordu; “evet” diyemeyecekti muhtemelen, “hayır” diyeceğini söylemektense utanıyordu sanırım. Şaşırmadım. Karşısındaki, sorsan “solcu” ve “demokrat” olduğunu söyleyecek olan bir başka yazar ise, “Tabii ki ‘hayır’ diyeceğim” diyordu, “tabii ki reddedeceğim AKP’nin paketini.” Şaşırmadım. Sustum, yutkundum; orada, gazetedeki küçük odamızdaki küçük televizyonun karşısında sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Aradan birkaç gün geçti. Dün sabah gündem toplantısı yaparken, “Aaa, bakın ağlıyor” dedi Yıldıray; sesi kısık olan televizyona takılmıştı gözü; Tayyip Erdoğan AKP Grubu’nda konuşuyordu, ağlıyordu. Sesini açtık. Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanoğlu ve Erdal Eren’in idamından söz ediyordu Başbakan. “Tam otuz yıl sonra” diyordu, “yine bir 12 eylül günü, işkencelerle, gencecik ölümlerle, zamansız vedalarla, 17 yaşındaki çocukları yağlı urgana taşıyan zihniyetle hesaplaşacağız.” Masamız sustu; çoğumuz yutkunduk; bazılarımızın gözleri doldu. Türkiye, elli insanını darağacında öldüren; binlerce insanını coplayarak, cop sokarak, ırzına geçerek, elektrik vererek, üzerinde sigara söndürerek, basınçlı suya tutarak, lağım çukuruna batırarak, askıya asarak, çarmıha gererek, falakaya yatırarak, aç, susuz, uykusuz bırakarak öldüren ya da sakat ya da eksik ve bereli bırakan darbecilerden hesap sormanın kıyısındaydı. Otuz yıl sonra ilk kez, 12 Eylül’ü yargılamanın eşiğindeydik. “Sadece 12 Eylül için değil, bir daha 12 Eylül yaşanmasın diye referandumda ‘evet’ bekliyoruz,” diyordu Başbakan. Otuz yıl sonra ilk kez, bir başbakan, Meclis çatısı altında, darbenin astıklarına ağlıyor, devletin zulmüyle hesaplaşmaktan, darbenin kurbanlarının önünde eğilmekten söz ediyordu: “Geçmişi kurtaramasak bile çocuklarımızın geleceğini kurtarabiliriz. Arkadaşlar, bir iade-i itibar olamaz mı?” Olamaz mı sahiden? Yapamaz mıyız bunu? Otuz yıl sonra, bir daha benzerlerini görmemek için, yeni bir son yazamaz mıyız bu korkunç filme? 12 Eylül’ün hikâyesini, “Darbezedeler, darbeciler hakkında mahkemeye ifade verdiler” notuyla bitiremez miyiz?

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER