Daha ne kadar susacaksınız?


Hafta içinde Bugün Gazetesi çarpıcı bir iddia attı ortaya. Habere göre bazı subaylar PKK'ya karşı yürütülen operasyonda saflarını belli etmiş, terör örgütünden yana tavır belirlemişti. Hatta insansız uçaklar Heronların düşürülmesini istemişti. Bahsi geçen konuşmayı Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tespit etmiş, o dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı (şimdilerde emekliliğine yaklaşan) İlker Başbuğ'a rapor etmişti. Korkunç bir iddia! Daha önce bir televizyon kanalında saatlerce konuşan İlker Bey, "PKK yanlısı subay ya da subaylar" sorusu sorulduğunda bu tür suçlamaları yapanların 'kanı bozuk' olduğunu söylemiş, tepki göstermişti. Şimdi somut bir iddia var ortada; ancak Genelkurmay Başkanı'ndan ses seda yok. Heronların kendi askerlerimiz tarafından düşürülmek istenmesi ve PKK'ya içeriden destek verilmesi ile ilgili hafta içinde pek çok haber ve yorum yayımlandı. Aslında gönül istiyor ki ilgili devlet birimleri bir açıklama yaparak hadiseyi tekzip etsin. Şu aşamada meselenin iki muhatabı var: MİT ve Genelkurmay Başkanlığı. MİT günlerdir, "Hayır ben böyle bir rapor tutmadım." demiyor. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da her fırsatta ve her konuda fikrini beyan etmesine rağmen kendisini bizzat ilgilendiren bir konuda, "Hayır, bana böyle bir belge ulaşmadı." demiyor. Bu suskunluk hayra alamet değil! Kafaları karıştıran, mideleri bulandıran bir manzara ile karşı karşıyayız. Bahsi geçen olay yaşanmışsa, böyle bir facianın sadece iki muhatabı olamaz aslında. Yani bu bilgiye ulaşan MİT, sadece Kara Kuvvetleri Komutanı'na bilgi veremez mesela. Başbakanlık'a bağlı bir istihbarat biriminin bu kadar vahim bir bilgiyi başka devlet kademeleriyle de paylaşması gerekmez mi? Ya da kendisine bu bilgi ulaştığında Başbuğ; bu vahim gelişmeyi başta Savunma Bakanlığı olmak üzere o günkü üstlerine bildirmemiş midir? Aradaki bütün kademelerde derin bir sessizlik gözleniyor. Bir üsteğmen kalkıp, "Yarbayım çok PKK'lı vuruluyor." diyecek, teröristlere 'kendi adamlarımız' diyecek; daha korkuncu, "Çok zayiat veriyoruz. Ya koordinatları değiştirin ya da Heronları düşürün." diyecek ve hiç kimseden ses çıkmayacak. Terörle mücadele böyle mi yapılır? MİT bu manzarayı tespit edip Başbuğ'a bildiriyor, sonra askerî savcılık harekete geçiyor, aradan neredeyse üç yıl geçiyor ve ortada ne ciddi bir ceza var ne de ciddi bir tahkikat. Bu ürkütücü manzara karşısında topluma açıklama yapmak zorunda olanlar susmayı tercih ediyor. Yazık değil mi? Akla şöyle bir soru gelebilir: "Mehmetçik teröre karşı büyük bir mücadele verirken aradan bazı çürükler çıkamaz mı?" Tabii ki çıkar. Her kurum ve kuruluşta karakteri zayıf insan vardır. TSK içinde de cuntacılık yapan, cuntacılık uğruna bu ülkenin düşmanı teröristlerle işbirliği yapan kişiler çıkabilir. Eleştiriler bu konuda gelmiyor. Asıl tenkit konusu bu tip yanlışların TSK içinde hep örtbas edilmesi (en azından kamuoyu nezdinde öyle bilinmesi). TSK bünyesinde suç işleyenler ya da suçlamalarla yüz yüze gelenler nedense hep korunuyor, kollanıyor, dosyalar örtbas ediliyor... Devletin diğer birimlerinde işler bu kadar hukuk dışı görüntülere mahkûm değil. Mesela Emniyet'te bir yetkili 'görevini suistimal' iddialarıyla karşılaşır karşılaşmaz hukuki süreç işliyor. Görevden el çektirilen yetkililer soluğu adliyede alıyor. Söz konusu asker olunca bin dereden su getiriyor yetkililer. Hukuk, Emniyet için nasıl işliyorsa Milli Eğitim için de aynı usullerle işliyor. Daha doğrusu devlet çarkları bir gelenek üzerine işliyor. Hakkında ağır ithamlar bulunan görevli 'soruşturmanın selameti açısından' açığa alınıyor; sonra iddialar masaya yatırılıyor. Aynı hukuki sürecin askerler için işletilmemesi ordumuzu da yıpratıyor, adalet sistemimizi de... Suskunlar ordusunun en son ferdi Türk medyası. Kardak üzerinden hamaset yapmaya kalkan ve cuntacılığı vatanperverlik gibi gösteren bir zihniyet kendi uçaklarımızı vurmayı planlayanları iki satır olsun yazamıyor. Hal böyle olunca terörün hakkından gelinemez ki! Buna hakkınız yok "Bugün havacılık tarihimizde, savunma sanayii tarihimizde çok önemli, tarihî bir gün." demiş Savunma Bakanı Vecdi Gönül. Doğru söylemiş. Türkiye, insansız hava aracı yaptı ve bu araç, ilk defa hangardan çıkarılarak halka tanıtıldı. Anka adı verilen uçak, İsrail yapımı Heronlardan daha ucuza mal olacakmış. Gurur verici bir gelişme. İşin içinde teknoloji var, mühendislik var, savunma sanayii var... Ancak ortada büyük de bir problem var. "Yerli imkânlarla yapıldı." diye tanıtılan Anka'nın basın bilgilendirmesinde bile akreditasyon adı verilen ve saçma sapan bir inat uğruna sürdürülen uygulama devam ettiriliyor. Bazı gazetelere (talep edilmesine rağmen) basın bülteni bile gönderilmiyor. Sanırsınız birileri babalarının şirketini yönetiyor. Hiçbir objektif ölçüsü olmayan, 28 Şubat döneminin hastalıklı uygulamalarından sayılan ve TSK'nın modern yüzüne yakışmayan akreditasyon uygulamasını İlker Başbuğ kaldırabilirdi. Buna donanımı da müsaitti, bilgi seviyesi de. Ne var ki bu şansını iyi kullanamadı. Büyük bir fırsat kaçırdı, yasakçı uygulamalarla tarihe geçmiş oldu. "Silahlı Kuvvetler'in halkın vergileriyle ayakta durduğu unutulmamalıdır." diyen Başbuğ'un başında bulunduğu kurumun halk içinde ayrımcılık yapması tabii ki mümkün değil. Bunu en çok Genelkurmay başkanları bilir. Yine de olağanüstü dönemlerde ortaya çıkan uygulamaları ortadan kaldırmak ayrı bir cesaret istiyor. Umarım yeni Genelkurmay başkanı bir feraset ve cesaret ortaya koyar ve TSK'yı yıpratan bu anlamsız uygulamayı sona erdirir. Çünkü bu süreçte akreditasyon uygulananlar değil, TSK yıpranıyor... Referandum kültürü Seçim kültürümüz bir hayli eski ve sağlam temeller üzerine oturmuş durumda. 1946'daki şaibeli seçimi de dâhil edersek bu ülkenin 60 yılı aşkın bir seçmen birikimi kazandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak referandum konusunda aynı iyimserliği göstermek mümkün değil. Hatta daha kötüsü, genel seçimlerle referandumu birbirine karıştırabiliriz. Bu nedenle affınıza sığınarak referanduma kadar bu köşede küçük bir parantez açıyorum. Referandum kültürüne katkıda bulunmak için kısa notlar düşmek istiyorum. SORU: Bir partiye yakınlık duyuyor, onlara oy veriyorum. Parti yönetiminin referandum ile ilgili aldığı karar bir seçmen olarak beni ne kadar etkilemeli? CEVAP: Referandum, siyaset üstü bir konudur ve hangi parti yönetiminin ne karar verdiği hiç ama hiç önemli değildir. Referandumda oya sunulan konu ülkemizin geleceğini doğrudan ilgilendiriyorsa değişiklik paketine doğrudan bakmak, bu paketin ülkemize ne getirdiğini anlamak gerekir. Mesela bu referandum Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi'ndeki dar alana sıkışmış hukuk anlayışını daha katılımcı ve daha çoğulcu hale getiriyor. Çeşitli nedenlerle ordudan atılan kişilerin YAŞ kararlarına itirazı mümkün olmuyordu, artık bu kararlara itiraz hakkı doğuyor. Sivil vatandaşlar askerî mahkemede yargılanabiliyor, askerlerin yargılanması konusunda yetki kargaşası yaşanıyordu; şimdi referandumdan evet çıkarsa siviller askerî mahkemede yargılanmayacak, askerler de askerî suçların dışındaki davalarda sivil mahkeme önüne çıkacak. Memurların sendikal hakları yoktu. Referandum onlara toplu sözleşme gibi, grev hakkı gibi haklar sunuyor... Referanduma sunulan değişikliğin hangi maddesine karşı olduklarını, 'Hayır cephesi' oluşturanlardan sormak en demokratik hakkımız. Bunu açıklamadıktan sonra yapılan hiçbir kampanyanın anlamı yok. NOT: Referanduma kadar devam edecek bu bölüme sorularınızla katkıda bulunabilirsiniz. Soru ve görüşlerinizi [email protected] adresine gönderebilirsiniz.
<< Önceki Haber Daha ne kadar susacaksınız? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER