Erdoğan-Kılıçdaroğlu görüşmesi, Türkiye'de yeni şekillenen
siyaset tarzının somut örneklerinden biriydi. Gerginlik yoktu. Suçlama, hatta kinaye yoktu. Taraflardan hiçbiri diğerine laf
çarpma telaşında değildi.
Görüşme sonrası basına söylenen lâflar bir maç sonrasının öfkeli tarafından gelmiyordu. Somut bir sorun, üstelik canımızı yakan en önemli sorun konuşuldu. Bilgi alındı, bilgi verildi. Öneriler sıralandı. Sonuç: Terörün üstesinden gelme konusunda
AK Parti hükümetinin başı sıfatıyla Erdoğan'a ve anamuhalefet lideri Kılıçdaroğlu'na daha fazla güven duyduk. Siyasî irade veya ortak siyasî
akıl bu işin ne kadarının üstesinden gelebilirse, o kadarının
iktidar ve anamuhalefet partilerinden geleceğine inandık.
Bu iç açıcı tablo, aslında demokratik siyasetin en
doğal hali.
Enerji üretmek için elimizde iki zıt kutup olacak. Her sorun bu iki kutbun oluşturduğu manyetik alanda düzene girecek, çözüme kavuşacak. Bizler iktidarın ve muhalefetin yaydığı elektrikten istifade ederek güç-kuvvet toplayacağız ve aydınlanacağız. Siyaset en az kayıpla çözüm üretecek, yanlışları düzeltecek;
rekabet ortamı her şeyi geliştirecek, ilerletecek.
Dünkü görüşmenin demokratik siyaset açısından taşıdığı olumlu anlamı en iyi bir varsayım üzerinden değerlendirebiliriz. Görüşmede
CHP tarafını
Baykal temsil etseydi bu kadar yapıcı bir sonuç elde etmek mümkün olur muydu? Aradan çok uzun zaman geçmedi. Bu görüşmeden çıkıp basın mensuplarına görüşme hakkında bilgi veren kişi, Kılıçdaroğlu değil de Baykal olsaydı "ülkeyi böldünüz" lafını duymaz mıydık? "Ülkeyi böldünüz" sözünün Türkiye'yi tek parça halinde tutmaya katkısı ne olabilir diye düşünmez miydik?
AK Parti lideri
Tayyip Erdoğan 2001 yılından beri yani tam dokuz yıldır parti lideri olmasına rağmen yeni kuşak
politikacılardan biri. Baykal doğrudan Demirel'in, Erbakan'ın dünyasında liderlik tarzını geliştirmiş bir Soğuk
Savaş politikacısı idi. Kılıçdaroğlu komplekssiz doğallığı ile, siyasî yelpazenin sol kanadının yeni kuşak politikasını temsil ediyor. Demek artık bir politika tarzı, bu politika tarzının sahipleriyle birlikte ülkeye
egemen oluyor.
Soğuk Savaş politikası içerikten çok şekille ilgiliydi. Bugün bile ne söylendiği ile değil de, nasıl söylendiğiyle ilgilenenler hâlâ Soğuk Savaş dünyasında yaşayanlardır. Siyasî rekabet, sıcak çatışmaya dökülmemiş savaş teknikleri ile yürütülür, caydırıcılık ön planda dururdu. Sonuç almak
psikolojik üstünlüğe bağlıydı. Seçmen, psikolojisi ile yani korkuları ve endişeleri ile yakalanır ve
kontrol edilirdi. Bir politika ya toptan reddedilir ya da toptan kabul edilirdi. Totaliter ideolojilerin dünyasında nüanslar arasına çözümler yerleştirmek mümkün değildi.
Türk Silahlı
Kuvvetleri hâlâ Soğuk Savaş denklemine uygun bir kurum olarak varlığını devam ettiriyor.
Ordu'nun kendisini bağlayacağı ve düşmanları karşı tarafa yerleştireceği ideoloji arayışı ve bu ideoloji arayışını
laiklik üzerinden yürütmesi, Türkiye'nin şartlarının değil Soğuk Savaş'ın kısır ve dar dünyasından kalma bir alışkanlık olarak devam etti. Bir ideolojisi olan ve elindeki silahlarla bir ideolojiyi korumaya çalışan bir ordu ne işinize yarar? Bugün içinden çıkamadığımız
terör sorununun, bu kadar büyümesinin arkasında bu keskin ideolojik sertliklerin ve akıldışılığın izleri durmuyor mu?
Saadet Partisi'nin hafta sonu yaptığı kongrede,
Numan Kurtulmuş'un Necmettin Erbakan'a karşı kazandığı
zafer, Soğuk Savaş politikacılarının artık toplumda karşılığı olmadığının bir göstergesi. Lâf üzerine koca koca dünyalar inşa eden Erbakan'ın A takımı bugün kime ne anlatabilir?
Türkiye'de politika tarzı ve üslûbu değişiyor. Bu durum demokrasinin kökleşmesi, sağlamlaşması adına bir ilerlemeyi yansıtıyor. Bu yeni tarza direnenlerin, Soğuk Savaş sayesinde var olanlardan ibaret kalması tesadüf olabilir mi? Biri Stalinist ve Maocu savaş taktikleri ile var olmuş bir
örgüt ve onların siyasî uzantısı, diğeri sertliğini kelimelere yükleyen bir parti lideri.
Kılıçdaroğlu-Erdoğan görüşmesini eski tarzın tedavülden kalkması ve yeni tarzın egemenliği olarak yorumlamak bana çok mantıklı geliyor.