JOHANNESBURG
Bir yanda korkunç tezahüratın coşkusu... Öbür yanda, bakıyorum, gerçekten derin bir hüznün sessizliği...
Ben tarafsız bir yerde miyim?
Hayır.
Ben de kendimi rengarenk bir tezahürata kaptırıyorum,
vuvuzela cıyaklamaları içinde...
Niye ki?
İspanya’yı tutuyorum da ondan.
Dakika 116.
Maç penaltılara mı gidiyor derken...
İspanyolların usta ayağı, 10 numarası
Fabregas,
Hollanda savunmasının arasından topu lokum gibi uzatıyor
İniesta’ya, “al da at” dercesine.
İniesta, Hollanda savunmasının arkasında kendini unutturmuş, haraketleniyor topa doğru. Bir anda yılan gibi aradan kıvrılıyor, topla buluşurken...
Nefesler tutuluyor!
İniesta altı pas üstünden öyle bir vole çakıyor ki, 116 dakika boyunca çok iyi bir oyun çıkarmış Hollanda kalecisi Steklenburg’un artık yapabileceği bir şey yok.
Hollanda ağları dalgalanıyor.
Gooolll!
Ve kabarttığı muazzam sevinç dalgası... Yine basın tribününde olduğumu unutarak ben de ayağa fırlıyorum, kollarımı havaya doğru uzatarak...
Allah’tan bu kez yalnız değilim. Yanımda oturan İtalyan gazeteci ve arka sıradaki tüm İspanyol meslektaşlarımla birlikte bağrışıyoruz.
Taraftarlığın,
futbol kaçıklığının keyfi çıkıyor doya doya... Bu arada tezahürat sesleri belki de ilk kez vuvuzela cıyaklamalarını bastırıyor.
Oysa, maçtan önce Soccer City’de kendi başıma ve de yapa
yalnızlık duygusu içinde dalıp gitmiştim bir ara...
Futbol stadyumlarındaki onca kalabalık içindeki yalnızlık hissini
Yasemin Çongar bu yakınlardaki bir yazısında güzel anlatır:
“Her şeyden daha çok, maçın hemen öncesinde, henüz
takımlar sahaya çıkmamışken önümde uzanan o geniş sahadan yansıyan umudu severim.
Gebelik gibidir bu bekleyiş.
Yemyeşil çimlerin huzurlu hali, patlamaya hazır bir heyecanı saklar içinde. Sahanın o bakir ve gebe halini çok severim.
Belki de sırf annesi her cumartesi sabahı böyle yemyeşil bir sahanın kenarında dikilip, dünyevi hayatına kısacık bir
cennet molası verebilsin diye, koca kafalı bir mantar cücesini andırdığı günlerden itibaren, mini minnacıklar için kurulan mahalli ligde futbol oynamış bir kızım var benim.
Ve ben, bütün münzeviliğimle, futbolun kalabalığını severim.
Maç seyrederken, aynı anda hem kalabalıktan apayrı, hem kalabalıkla bir olabilmeyi; yüzbinlerce kişiyle ortak bir hazzı yaşayıp ortak bir sefahatın içinde kaybolurken, kendimi muazzam bir orgy’nin isimsiz kahramanlarından biri gibi hissetmeyi severim.”(
12 Haziran 2010 tarihli Taraf)
Hollandalılara bakıyorum.
Yüzlerinden düşen bin parça, hüzün akıyor suratlardan. Boyunlar bükük, öyle duruyor Portakallar.
Boğalar ise azmış durumda!
Matemle karnaval havası içiçe...
Çaresiz, futbol bu işte.
İki taraftan ancak biri kazanabiliyor bu oyunda. Hollanda üçüncü kez Dünya Kupası finali oynadı, kaybetti. İspanya futbol tarihinde ilk kez oynadı ve Dünya Kupası’nı kaldırıp göğsüne birinci yıldızı bileğinin hakkıyla taktı.
Çok sert bir finaldi.
19 sarı
kart havada uçuştu.
Hollandalı topçular çok kırıcıydı, futbolu çirkinleştirdiler. Bilinçli olarak böyle oynadılar.
İngiliz hakemin Portakallara birden çok
kırmızı kart çıkarması lazımdı.
Hele İspanyol orta sahasının büyük ismi Xabi Alonso’nun göğsüne tabanıyla çifte gibi
tekme atan Jong’u derhal oyundan atması gerekirdi ama yapmadı.
Anlaşılan Hollanda’nın tüm derdi, sertlikle İspanya’nın pas organizasyonunu bozmak, maçı böyle almaktı. Hollanda’ya hiç yakışmayan bir oyun tarzıydı bu.
Futbolda sertlik elbette vardır. Arada bir
kemik sesleri duyularak oynanır bu top oyunu.
Ama bunun da bir sınırı vardır.
Sınır da futbolu, güzel oyunu çirkinleştirmekten sakınmaktır.
Portakallar ne yazık ki böyle oynamadı. İngiliz hakem de göz yumdu buna. Boğaların Teknik Direktörü Vincente del Bosque, “Sonunda büyük ödülü alan güzel oyun oldu” derken haklıydı...
Güney Afrika’dan daha yazacak çok şey var.