Bundan tam 47 yıl önce, 4 Temmuz 1963 günü
Ankara Merkez Cezaevi'nde heyecanlı saatler yaşanmaktadır. Emekli
Binbaşı Fethi Gürcan bir hafta önce
darbe suçundan idam edilmiştir.
İhtilalin başı
emekli Albay Talat Aydemir'in idamı ise avukatının uyanıklığı sayesinde son anda
Askeri
Yargıtay tarafından reddedilmişti. Hücresinde, hakkında verilecek yeni kararı gözlerine uyku girmeden beklemektedir. Bir şeyi daha: O sırada hâlâ ABD'de olduğunu zannettiği
Başbakan İsmet
İnönü'nün dönüşünü. "Ah bir dönse" diyordu gardiyana, "Beni kolay kolay asamazlar!"
Kendisine "
Menderes ailesi de öyle sanıyordu" diyen çıkmış mıydı, bilinmez. Ancak İnönü'nün, TBMM'de idam cezalarının infazı lehinde oy kullandığını biliyoruz. İsmet Paşa kendisini kamuoyu önünde
küçük düşüren, hele hele "zekâsının ismi yanında küçük kaldığını" cümle âleme duyuran, samimi bir Atatürkçü olmadığını iddia eden, devrimlere karşı hareketin başlamasından kendisini sorumlu tutan Aydemir'in affı için çalışacağını ummak safdillik değil de nedir?
Aydemir, 5 Temmuz sabahı hücresinden alınır, elleri arkadan kelepçelenir ve beyaz
gömlek giydirilerek idam sehpasının önüne getirilir. "Ellerimi çözün, kendi işimi kendim görürüm" derse de, buna imkân olmadığını söylerler. Darağacına çıkınca yağlı ilmeği boynuna geçirirler. "Memleket için hayırlı olsun" dileği dökülür dudaklarından ve sehpayı kendisi devirir. Saatler 02.46'yı gösteriyordur. Sizin anlayacağınız, 27
Mayıs ihtilali evlatlarından birinin başını daha yemiştir.
Ahmet Selim'in dediği gibi "
27 Mayıs demokrasimizin
Kerbela'sıdır" (3 Haziran 2010). Öyle bir Kerbela ki, laneti, onu gerçekleştirenleri yıllar sonra da olsa çarpıyor. Nasıl Kerbela ateşi hâlâ yüreklerde canlıysa, ihtilalin kurbanları olan Menderes,
Zorlu ve Polatkan'ın acıları da demokrasi sancılarımızın sembolü olarak hep hatırlanacaktır.
Bu yüzden soruyoruz bugün:
Darbeler Türkiye'nin hangi sorununa deva olmuştur? Siyaseti kilitlemekten, toplumu sindirmekten ve iyi kötü yürüyen
hastayı kötürüm etmekten başka hangi işe yaramıştır?
Düşünün, kanlı bir ihtilal yapıyorsunuz, hasta Gürsel'i
cumhurbaşkanı,
yaşlı İnönü'yü başbakan yapmak için! Gürsel o kadar aymaz bir adamdır ki, ihtilalin ertesi günü yapılan toplantıda "İş bitti, artık herkes görevinin başına" deme saflığını gösterebilmiştir. İhtilali, "10 dakika ara"da sıvışılabilecek bir film zannetmiş olmalıdır!
22
Şubat 1962 ve 2
1 Mayıs 1963 günleri Türkiye'nin iki darbe daha yaşadığı neredeyse unutulmuştur. Onları kısaca hatırlatmakta yarar var.
İhtilalin halka
vaat ettiği
seçimler
Ekim 1961'de yapılmıştır yapılmasına ama bu dik kafalı millet itirazını seçim sandığında dillendirmiş ve CHP'yi tek başına iktidara getirmemiştir. Bunun üzerine komutanların ihtilal tehditleri İnönü-Gürsel ikilisinin devletin başına geçirilmesi sağlanmış ama bu da başka
darbecileri harekete geçirmiştir. Nitekim Aydemir'in komutanı olduğu
Harp Okulu öğrencileri 22 Şubat 1962'de güpegündüz Meclis'e doğru yürüyüşe geçirildiler. Bunun üzerine en yapılmayacak hareketlerden birisi yapıldı;
kuvvet komutanları, Başbakan ve bazı bakanlar Çankaya'ya çıkarak Gürsel'le toplantı yaptılar. Yani Çankaya'yı ele geçiren devleti de ele geçirmiş olacaktı. Fethi Gürcan, bölüğüyle Çankaya'ya gelmiş ve
Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'nın komutasını devralmıştır. Şimdi iş içeriye girip "devlet"i tutuklamaya kalmıştır.
Gürcan, Talat Albay'a Köşk'ten
telefon edip "Albayım şimdi herkes burada. Emredin, hepsini enterne edeyim. Hesaplarını göreyim mi?" diye sorar. Aydemir hayatının hatasını yaparak "
Hayır", der, "Serbest bırakacaksınız." Bu sırada
Genelkurmay Başkanı
Cevdet Sunay'dan "Kuşatmayı kaldırırsanız affedileceksiniz" yollu bir taahhüt mektubu getirirler. İstemez Aydemir. İnönü'den getirirler, onu da reddeder.
Ordu ikiye bölünmüş olup kan akması kaçınılmazdır. Aydemir Çankaya'ya tutuklama emri verse en azından Ankara'da duruma hakim olacaktır ama bir iç savaşı göze alamaz ve
tüfek dahi patlamadan harekâtı durdurur. Anlaşılan, taahhütlere güvenmiştir. Bunun ne kadar yanlış bir tavır olduğunu çok geçmeden öğrenecektir. Harekâtı durdurması şartıyla hakkında hiçbir cezai işlem yapılmayacağı taahhüdünde bulunan İnönü'nün dışarı çıkar çıkmaz suçlayıcı açıklamasıyla karşılaşır. Tutuklanır. 73
subay arkadaşıyla emekli edildikten sonra serbest bırakılırlar.
Darbecilik virüsü bir kere girmiştir kanlarına. Kolay çıkar mı? İşte emeklilik günlerinde de boş durmayan Aydemir, Harbiyelilerle temasını korur, darbe çalışmalarına hız kesmeden devam eder.
Yeni planda darbe tarihi 31
Mart 1963 olarak belirlenmiştir. Neden 31 Mart? Anladınız kuşkusuz. Abdülhamid'in devrilmesine giden yolu döşeyen 31 Mart isyanının yıldönümüdür de ondan. Ancak tarihi tutturamayınca 21 Mayıs'a ertelerler. Bu defa akıllanmıştır. İsyanı gündüz değil, gece başlatacak ve öncelikle radyoyu ele geçirecektir. Geçirir de. Radyoda TSK'nın yönetime el koyduğu ilan edilir ve ardından darbe tiyatrosu başlar. Bir süre sonra Ali
Elverdi adlı subayın radyoyu ele geçirdiği görülür. Elverdi bir karşı bildiriyle biraz önceki harekâtın yanlışlıkla yapıldığına, hakikisinin kendilerininki olduğuna halkı inandırmaya çalışır.
Talat Aydemir yine teslim olursa da, bu defa idama mahkûm edilir. Darbe hevesleri bir süreliğine yatışır gibi görünür; sadece 6 yıllığına. 1971'de yeni bir darbe sağanağı yakalayacaktır Türkiye'yi ve Başbakan Nihat Erim'in bir demecinde geçtiği gibi "
Balyoz Harekâtı" başlar. Darbecilerin diğerlerine indirdikleri bir balyozdur bu. Oysa resmin tamamına baktığımızda balyozu asıl yiyen, Türkiye'dir.
Zira
Cengiz Sunay'ın "Türk Siyasetinde Sivil-Asker İlişkileri" başlıklı doktora tezinde dediği gibi darbelerin, darbeciler tarafından iddia edildiği gibi bunalımların çözümsüzlüğe gittikleri aşamalarda değil, tam tersine, bunalımı aşma yolunda gerçekçi çözümlere yaklaşıldığı zamanlarda yapılmış olması bize bir şeyler hatırlatıyor olmalı.
Belki de büyümenin yüzde 11'i aşmış olması, darbeciler için bir işaret fişeği anlamına geliyordur. Kim bilir!