Isaac’ın sözü kulağımda: Çünkü beyazlar babamıza,
Mandela’ya çok kötülük yaptılar!
JOHANNESBURG
Başımı nereye çevirsem, stadyumlarda, meydanlarda, elektrik direklerinde hep aynı slogan, bir
futbol topuyla içi çe atılmış:
Birleşmiş bir ulus!
Ya da bir başka deyişle:
Ulusun birliği...
Güney Afrika’nın 2010 Dünya Kupası’na bağladığı umutların altında birlik özlemi büyük yer tutuyor.
Bu açıdan, Dünya Kupası’nın
Güney Afrika’ya gelmesinde büyük emeği geçen
Danny Jordaan’ın şu sözleri ilginç:
“Bu
kupa, Güney Afrika tarihinin en birleştirici anı olacak. Bizim Doğu ve Batı Almanya’daki gibi duvarlarımız, savaşlarımız olmadı. Ama biz
siyah ve beyaz olarak o korkunç ayrılığı yaşadık.”
Siyahlarla beyazların birliği... Ama bu birliğin
demokrasi, eşitlik,
özgürlük içinde olması... Her fırsatta tekrarlanan bir şey bu.
Güney Afrika’nın, bu büyük ve gerçekten güzel ülkenin derinlere giden yaraları henüz iyileşmiş değil. Irkçılık belası yüzünden yaşadığı büyük acılar Güney Afrika’nın toplumsal belleğindeki tazeliğini hâlâ koruyor.
Her şey daha uzak değil, çok yakın.
Güney Afrika 1990’ların ilk yarısına kadar nüfusunun ezici çoğunluğunun, yani siyahların insandan sayılmadığı koskoca bir ülkeydi.
Örneğin daha 1982’de tüm
sağlık hizmetleri beyazlar içindi bu ülkede. Siyahların televizyon almasına bile kötü gözle bakılır, engellenirdi.
Güney Afrika 2010’un bir numaralı organizatörü Jordaan, ilk Dünya Kupası’nı 38 yaşında ve o da ancak 1990’da televizyondan izleyebilmişti.
1994’e kadar bu ülkede siyahlar
köle, beyazlar efendiydi. Dört beş milyon beyaz, 1994’e kadar kırkbeş milyon siyaha her açıdan hükmederdi. İnsan haklarının kırıntısına bile sahip değildi siyahlar...
Bu lanetli rejimin, ırk ayrımcılığının adı Apartheid idi.
Irkçı rejim, büyük lider
Nelson Mandela’yı 27 yıl vatana
ihanet suçlamasıyla hapiste tuttu. Ancak özgürlük mücadelesini bastıramadı.
Mandela 1990’da hapisten çıktı.
1994’de Cumhurbaşkanı seçildi.
Mandela, geçmişi elbette unutmadı ama onun tutsağı da olmadı. Ülkesinde başka türlü gerçek bir barışın kurulamayacağını biliyordu çünkü.
Onun için de, daha başından itibaren tüm çabası, yalnız siyahların değil, beyazların da devlet başkanı olduğunu göstermeye, kanıtlamaya dönüktü.
Bunu hiç unutmadı.
Bu açıdan ilk büyük fırsatı cumhurbaşkanlığının birinci yılı dolmadan,
Johannesburg’ta yapılan 1995 Dünya Rugby Şampiyonası’nda yakaladı.
Güney Afrika’da kriket gibi rugby de yalnız beyazların sporuydu. 1995’de Dünya Rugby
finali Ellis
Park Stadı’ndaydı. Güney Afrika’nın Springbok takımı, ezeli rakibi Yeni Zelanda’yla oynayacaktı.
Springbok’un 15 oyuncusundan sadece 1’i siyahtı, o da yedekler arasında oturuyordu.
Final günü 55 bin kişilik Ellis Park hıncahınç doludur. Takımlar saha çıktığında akla hayale gelmeyen müthiş bir
sürpriz yaşanır.
Cumhurbaşkanı Mandela, sırtında Springbok kaptanının altı numaralı yeşil formasıyla sahada gözükür, gider kaptanı ve tüm oyuncuların ellerini
teker teker sıkar, onlara başarı diler.
Ne olacağını Nelson Mandela da bilmez.
Önce müthiş bir sessizlik kaplar bütün stadı. Sonra tribünlerden birinin, “Nel-son!” diye haykırışı sessizliği delip geçer. Ve birdenbire bütün Ellis Park inlemeye başlar, “Nel-son, Nel-son!” diye...
Maçın sonunda, ‘beyazlar’ın takımı Sprinkbok Dünya Kupası’nı Cumhurbaşkanı Mandela’nın elinden alırken artık ‘siyahlar’ın da takımı olmuştur (*).
Bir haftadır buralardayım.
Kulağıma çalınanlarla, göz ucuyla edindiğim ilk izlenimler de anlatıyor ki, siyah-beyaz ayrımı daha henüz bitmiş olmaktan uzak Güney Afrika’da.
Kolay değil bitmesi de.
Kağıt üstünde, yasalarda eşitlik hiç kuşkusuz sağlanmış durumda. Demokrasi,
insan hakları ve özgürlükler düzeni işliyor.
Ama yine de siyah-beyaz ayrılığının kafalarda ve hayatın içinde sona ermesi zaman alacak.
Siyahlarla beyazların günlük yaşantılarını birbirinden ayıran çizgiler daha çok kalın. Şehirlerin içinde ve çevresinde şöyle bir tur atmak bile bu konuda insana bir fikir verebiliyor.
Evet, zaman ve
sabır!
Eğitim, zihniyet değişikliği ve
refah çıtasının siyahlar için de yeterince yükselmesi lazım, siyahlarla beyazlar arasındaki bu ayırıcı çizginin belirsizleşebilmesi için...
Şoförümüz, Zulu kabilesinden Isaac’ın ilk günkü sözü hâlâ kulağımda:
“Afrikanca’yı sevmiyorum, çünkü beyazlar bizim babamıza, Mandela’ya çok kötülük yaptılar.”
Oğlum Isaac, basma gaza, rahat ol; bugün acelemiz yok,
tatil yapıyoruz, maçlar yarın başlıyor yeniden...
_______________________________
* Bu yılın başlarında vizyona giren ve John Carlin’in “Playing the Enemy” isimli kitabından Clint Eastwood’un çevirdiği Invictus adını taşıyan filmde bu olay çok güzel anlatılır.