PKK, kurucu lideri Abdullah Öcalan’ın
gençlik yıllarında etkilendiği komünist liderlerin kitaplarında yazılanları arada değişen zaman ve zemine rağmen aynen uygulamaya çalışan bir hareket aslında.
Örneğin 1 Haziran’daki
İskenderun saldırısıyla başlattığını açıkladığı ve ‘stratejik
savunma’ adını verdiği yeni ve üst perde saldırı dalgası, Çin devriminin önderi Mao Çetung’un ‘Halk Savaşı’ teorisinde yeri olan aşamalardan beri. Mao’nun ‘
iktidar namlunun ucundadır’ anlayışı uyarınca, dünya,
bölge ve
Türkiye gerçeklerini kendi penceresinden görmeye ısrarlı PKK’nın, böylelikle hedefine bir adım yaklaştığını düşünmek gerekiyor. PKK ve onu yönetenler artık bağımsız
Kürt devleti kurma hedefinden vaz geçtiğini söylüyor, ama eylemleri tersini söylüyor.
Bir başka örnek dünden itibaren uygulamaya başlayacaklarını açıkladı ‘
demokratik özerklik’ konusu. Görünüşte
Avrupa Birliği’nin yerel yönetimlerin özerkleşmesi perspektifini talep ederken kurdukları çerçeve, tam olarak Rus devrimi lideri Vladimir İliç Lenin’in ‘ikili iktidar’ teorisidir. 1917’nin Nisan’ından itibaren
Ekim devrimine dek geçen süre içinde ‘burjuva’ iktidarının yanısıra ve onunla birlikte var olan yerel düzeydeki ‘sovyetler’ ya da eş anlamıyla ‘şuralar’, ya da eş anlamıyla ‘toplulukların’ çalışmasını kast eder. PKK’nın Türkiye,
Irak,
İran,
Suriye ve Avrupa’daki kollarını birleştiren cephe örgütü KCK bunun yansımasıdır.
PKK ne yapmaya çalışıyor?
Bir yandan Türkiye’nin doğusu ve batısındaki askeri ve
ekonomik hedefler saldırı şiddetini artırırken, diğer yandan KCK’ların belediyeler aracılığıyla ‘demokratik özerklik’ çalışması yapması talimatını vermesinin, ‘demokratik hakların’ ötesinde, bir iktidar sahipliği (
ortaklık da bir sahiplik türüdür) olduğunu ancak PKK şeflerinin
zihin yapısını anlamaya çalışarak görmek mümkün.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında 24 Haziran’da İstanbul’da yapılan Milli
Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında, en büyük tehlikenin PKK’nın bu hamlesiyle
toplumsal çatışmayı amaçlaması olduğunun konuşulduğu güvenilir kaynaklarca ifade ediliyor. Toplumsal çatışmadan kastedilen, elinde
silah olmayan insanların da sırf bir diğerinin kökenine bakarak husumet duygusu içine girmesi.
Öyle anlaşılıyor ki, PKK hem uluslararası düzeyde (ABD’den AB ve İran’a)
baskıların artması, para ve
eleman kaynaklarının sıkıntıya girmesi ve benzeri sorunlarla, örgütü ayakta tutmanın yolunu, eylemleri sürdürmek olarak görüyor. Güvenlik birimleri bu nedenle 1 Haziran’dan itibaren artan şiddet eylemlerinin örgütün içinde kenetlenmesine yol açtığı değerlendirmelerini MGK üyeleriyle de paylaşmışlar.
Bununla birlikte PKK içinde iki anlayışın rekabetinin nerede sonuçlanacağını,
Ankara herkesten çok anlamaya çalışıyor. Birinci anlayış, Murat Karayılan’ın temsil ettiği ‘büyük, ses getirici eylemleri, bir kaç aylık kısa saldırı dalgalarıyla’ yürüymek; ki şu anda uygulamada olan bu. İkincisi, Cemil Bayık’ın temsil ettiği ‘
küçük ama uzun zamana yayılan eylemler’.
İkisinin de sorunu ortak: Sürdürülebilirlik.
PKK, belki de Açılım politikasını Ankara’nın zafiyeti gibi görme yanılsaması içinde yükselen beklentileriyle, artık sonuç alıcı hamlelere girişmenin zamanı geldi diye düşünüyor. Ama bu yoğunlukta, bu şiddette eylemlerin maliyeti de var: 1- Siyasi, fiziki ve mali sürdürülebilirlik, 2- Giderek artan
militan zaiyatı. Unutmayalım ki, çatışmada ölen PKK militanlarının cenaze törenleri arttıkça, tapki artıyor. Sivil toplum örgütlerinin
Diyarbakır açıklamasında silah bırakmaya çağırılmak üzereyken PKK’nın müdahalesiyle yumuşatılması başka anlam taşımıyor. Bu PKK açısından siyasi intiharı anlamına da gelebilir.
Ankara ne yapmaya çalışıyor?
MGK toplantısının ardından
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın G-20 zirevsi için bulunduğu Kanada’da ABD Başkanı
Barack Obama ile görüşmesini önemsemek gerekiyor.
Erdoğan, Obama’ya liste vermiş değil. Ama daha önce ABD, Irak, Türkiye arasında oluşturulan Üçlü Mekanizma çerçevesinde bu listeler zaten verilmiş bulunuyor. Erdoğan’ın Obama’ya PKK şeflerinin yakalanıp Türkiye’ye verilmesini de içeren iadesini üçlü mekanizmanın hızlandırılması ve bir an önce sonuç alınması gereğini söylemesi önemlidir.
Diplomatik kanallarda da tekrarlanan bu ifade önemlidir ve bir karşılığı da vardır.
Süleyman
Demirel 1998’in 1 Ekim’inde
cumhurbaşkanı olarak Meclis’i açarken, o zaman Öcalan’ı barındıran Suriye’ye
Birleşmiş Milletler’in meşru müdafaa şartını hatırlatırken, herkes bunun ‘gerekirse girer, çatışırız’ anlamına geldiğini biliyordu.
Şimdi ona gerek yok; tarafların mutabık kaldığı bir mekanizma var. Ancak ‘bir an önce’ ifadesi, kısa sürede sonuç alınmazsa Türk askerinin Irak’taki PKK şeflerine, hedeflerine karşı hava
operasyonları ve topçu ateşi dışında önlemler alabileceğini de akla getiriyor; diplomaside bu ifadeler zaten böyle anlaşılsın diye kullanılıyor.
İsrail’in İran’ı vurma ihtimali nasıl ABD’yi bölgedeki müttefiklerinden Türkiye ile karşı karşıya getirme pahasına İran’in nükleer silah edinme ihtimaline karşı inanılmaz baskı uygulamaya itiyorsa, Türkiye’nin Irak’ta
askeri operasyon ihtimali de öyle algılanabilir.