En çok da Nazım Hikmet’in “Akrep gibisin kardeşim”ini severler... Genco bir başka okuyormuş bu şiiri... “Devrimciliklerden süzüp getirdiği teatral bir ses tonuyla ve kahırla...” Ne demekse!
Ben dinlemedim.
Dinlemem de.
Nazım’ı severim de, o şiirinden hazzetmem... “Devrimciliklerden süzülüp gelmiş” o tuhaf rol kesmelerden de hoşlanmam. Hem, ben Rutkay’cıyım.
İlhan abi de severmiş,
merhum.
Eşe dosta okur muymuş, bilemedim.
Kabahatin çoğunu bize yüklediğine göre, illa ki okumuştur.
İlhan abi’yi, vakti zamanında, bir grup gazeteci arkadaşla makamında ziyaret etmiş, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden dolayı “
başsağlığı” dileklerimizi iletmiştik. İlgili davranmıştı... Nazikti, misafirperverdi, alçak gönüllüydü...
Bu ziyaretin tafsilatını “İlhan
Selçuk’un tabancası” başlıklı yazımda anlattım, tekrara girmiyorum.
O ziyarette bir “hal” dikkatimi çekmişti:
Bu dünyaya ait biri gibi değildi
İlhan Selçuk... Başka bir düzlemden yahut başka bir “gerçeklik penceresi”nden bakıyor gibiydi... İçimden “tam komitacı adam” diye geçirdiğimi hatırlıyorum.
Bu duygu, “
Yüzbaşı Selahattin’in Romanı”nı okurken de oluştu.
İlhan Selçuk bu kitabı yazarken, gerçekten de Yüzbaşı Selahattin adlı, eski bir İttihatçının hatıralarından yararlanmış...
Şöyle ki:
Mirasçıları günün birinde, İlhan Selçuk’un kapısını çalıp, “Babamız, hatıralarını bu 10 defterde topladı; alın ne yaparsanız yapın” diyor. İlhan Selçuk da merhum, defterleri alıyor, bir güzel “benzettikten” sonra ortaya iki ciltlik devasa bir eser çıkarıyor.
Hemen belirteyim: Keyifli bir kitaptır. Üslubu da şahanedir. Başladığınızda bırakamıyorsunuz...
Fakat, kitapta bir tuhaflık var.
Romanımızın kahramanı Yüzbaşı Selahattin,
biraz
dindar bir adam... En zor koşullarda bile ibadetlerini aksatmıyor.
Bu dindar
subay, yatılı okul günlerinden başlayarak, bütün bir hayatını en ince tafsilatına kadar anlatıyor; birinci dünya savaşını,
Irak cephesini, Kuttülammare’yi, Nuri Paşa’yı, Halil Paşa’yı,
posta katarlarını, hecin develerini, bozgunu, bozgundan sonra oluşan halet-i ruhiyeyi, İstanbul’u, İstanbul’daki İttihatçı avını, “kurtuluş” çabalarını ve en nihayetinde “başarıyla” sonuçlanan milli mücadeleyi...
Her şeyi anlatıyor, birden “zihni sıçramayla” 1923’ten 1930’lara geliyor.
Her şeyi anlatan Yüzbaşı Selahattin, niçin cumhuriyetimiz için önem arz eden “devrimler sürecini” es geçiyor? Dindar bir subayın bu döneme ilişkin tanıklığı ilginç olmaz mıydı?
İki ihtimal var:
BİR- Yüzbaşı Selahattin bu dönemi yazmadı. Yoruldu. Üşendi. Vs...
İKİ- Yüzbaşı Selahattin bu dönemi yazdı, hafif “eleştirel” takıldı ama anlatılanlar İlhan Selçuk’un hoşuna gitmediği için kitaba koymadı. Yani, devrimlerin selameti için, bir tür “dolaylı
sansür” uyguladı.
Danton, “devrimlerin selamete için, gerekirse 100 bin kelle feda edileceğini” söylüyordu... İlhan abi kitaptan
küçük bir bölüm “ketmetmiş”, çok mu?
Bu “dolaylı sansür” işini, 10 yıl kadar önce bir yazıyla İlhan Selçuk’a da sormuştum ama
cevap alamadım. Alamayacağımı biliyordum...
Komitacılar böyledir.
Ketumdurlar.
Her şeyi her yerde anlatmazlar.
Sırlarıyla giderler ve illa ki bayrağa sarılırlar...
Hikmet Çetinkaya biraderimiz, Engin Ardıç’a güya haddini bildirdiği yazısında, İlhan abi’nin “
Basın Şeref Kartı” sahibi olduğu için bayrağa sarıldığını söylüyor...
Hadi buna inanıyoruz da, İlhan Selçuk’un “solculuğuna” nasıl inandıracaksınız bizi?