Bu satırları,
Abant Platformu’nun düzenlediği Vesayet ve Demokrasi toplantısından döndüğüm evimden, yazıyı gazeteye yetiştirebilmek için bir duş bile almadan yazıyorum. Çeşitli başlıklar taşıyan iki günlük toplantıdan çıkan sonuç bildirgesini gazetede ayrıntılı bir biçimde okuyacağınız için, ben size daha çok bu birkaç günlük sürede edindiğim izlenimleri aktarmayı uygun görüyorum.
Öncellikle 200 civarında müzakereci ve gözlemcinin, ülkede morallerin çok bozuk olduğu bugünlerde biraraya gelip sağduyu ve barış mesajı vermesinin büyük bir
hizmet olduğunu düşünüyorum. Evet, “birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bugünlerde” birlikteydik ama fikirlerin, kesimlerin, temsiliyetlerin çeşitliliği Abant Platformu’na yöneltilen “teksesli”
eleştirisini haksız çıkaracak denli gözalıcıydı. İlk gün herkesin birbirine sorduğu ilk sual “Ne olacak memleketin hali” idi. Referandum olur muydu? Mahkeme paketi iptal ederse, AKP seçimi 12 eylüle çeker miydi? Seçimler zamanında yapılırsa, hiç de azımsanmayacak bu uzunca süre zarfında AKP nereye savrulurdu? Özellikle
Kürt arkadaşlarımın morallerinin biraz daha bozuk olduğu gözlemleniyordu? Çünkü onlar hem hükümet, hem BDP, hem
PKK, hem de kadere topyekûn
isyan halindeydiler.
Abant toplantıları fikirlerin kendini sakınmadan ifade edileceği neredeyse baş döndürücü özgür bir atmosfer sunduğundan, her seferinde ses getiren bir hadise yaşanıyor ve nedense bu, genelde valiler üzerinden oluyor. Geçen sene
Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar “Demokratik hayatımıza
tecavüz eden darbecileri yargılayamadık, yargısız infazların, işkence ve kötü muamelelerin hesabını soramadık” şeklinde altına her aklı başında insanın imzasını atacağı sözler sarf etmişti. Bu sene ise Kırklareli Valisi
Cengiz Aydoğdu “DP’nin 1950’de iktidara geldiğinde CHP’yi kapatıp, İnönü’yü de tarihteki huzurlu yere göndermemiş olması en büyük talihsizliktir” şeklinde bir söz sarf etti. Konuyu tarihçi hocam Cemil Koçak’la değerlendirirken, mülki amirlerin bu tarz toplantılara çağrılmamasının daha hayırlı olacağına kanaat getirdik. Hizmet veren atanmış kamu görevlilerinin konuşmalarına dikkat etmelerinde gerçekten fayda var.
Zaman gazetesi yazarı Sayın Hüseyin Gülerce’nin “Hem kesiyor, hem biçiyor, sonra da dikiyor” diyerek
İsviçre çakısına benzettiği medyayı “Bugün üç tür medya var.
Medya, alternatif medya ve
Taraf” diye sınıflandırması çok cesurcaydı. Bu sözlerin Taraf’ı temsil eden bir kişi olarak bana yaşattığı gururun çok ötesinde bir anlamı var. Taraf’ın tek başına bir gazetecilik çığırı açtığı ve medyada tüm taşları yerinden oynattığı, medyanın
vesayetin, tüm o zelil
toplum mühendisliklerinin ve onca cinayetin taşıyıcı ana kolonu olduğunu ortaya
kabak gibi serdiği artık genel bir kanaat. Herkesten Ahmet Altan’a iletilmek üzere
tebrik ve sevgi emanet aldım. Sayın Gülerce’yi doğrudan yaptığı bu dolambaçsız beyan için bir kez de buradan tebrik ediyorum. Evvelki günkü haberde yazdığı gibi, Taraf’ı
destekleyen geniş bir çevre olduğunu ve buna rağmen yalnız bırakıldığını, çünkü bu kişilerin maçın sonucunu beklediklerini söyleyen Gülerce “En büyük bedeli Taraf ödüyor” dedi.
Toplantılarda öne çıkan bir önemli husus ise, AKP’ye ilkesel destek veren demokratik kesimlerdeki rahatsızlıktı. Partinin
demokratikleşme ve açılımları kendi bekası üzerinden
okuma tavrı ciddi bir sorun olarak ortaya kondu. Bu sesin daha da gürleşeceğinden kuşkunuz olmasın. AKP’deki yalpalama ve duraksamaların devleti ve kurumlarını özgürleştirmek mi, yoksa AKP’lileştirmek mi olduğu sorgulanıyor artık. Düne kadar YÖK’ü eleştirenlerin bugün bu konuda hiçbir tasarrufta bulunmamaları, TCK’da ifade özgürlüğünü kısıtlayan 40 civarındaki antidemokratik ceza maddesinin AKP döneminde yasalaşmış, 301. maddenin ise hâlâ kaldırılmamış olması, eğitim müfredatının ayrımcı, totaliter yapısının devam etmesi en çok eleştiri alan konular arasında. AKP’nin açılımlar ve anayasa konusunda derin vesayetçi paktın sürekli saldırısı altında olduğunu herkes biliyor. Bugüne kadar partiye tanınan avans da bundan zaten. Ancak yukarıda saydığımız konularda AKP’nin zamanı boşa harcamış ve mesafe almamış olmasının açılımlarla hiçbir ilgisi yok. YÖK’ün kaldırılmasını isteyen, ifade özgürlüğünü kısıtlayan, dört beş gazetenin beş bin
dava ile boğuşmasını sağlayan TCK’nın değiştirilmesinin önünde hiçbir engel yoktu doğrusu.
Diğer yandan yine Hüseyin Gülerce’nin beni etkileyen tesbiti “Biz önce insan, sonra
Müslüman olmayı öğrendik” tavrının tüm kesimlerde ciddi bir ivme kazanacağını da umutla gördüm. Levent Korkut,
Kürtler, Aleviler, Müslümanlar ve laikler mutlaka değişmeli derken, kendi mağduriyetlerimizi dillendirirken, her kesimin kendi içimize sızmış vesayet ruhunu da eleştirmeye başladığını gözlemledim.
Bu arada, her
akşam saz vardı ve sevgili Yasin Aktay’ın uduna eşlik eden
Altan Tan, DKSV’den
Muhammed Akar’ın davudi sesleri ile mest olduk. Gündem müsaade ederse, bir yazı daha size Abant’ı anlatmak istiyorum.