Terör saldırılarının artmasıyla
Türkiye’nin gündemi bir kez daha değişti.
Saldırılarla birlikte ABD-Türkiye-
Irak kumpasında bildiğimiz
PKK, ne hikmetse elini kolunu sallayarak gündemi belirleyen güç görüntüsü veriyor.
Bu eksende otuz yıldır bitmeyen
terör üzerine, alınması gereken sosyal,
ekonomik ve siyasi tedbirlerin neden uygulanamadığı
tartışmaları sürüp gidiyor.
İşin ilginç yanı ise terörün bitmesi için, bir ada tahsis etmek zorunda kaldığımız
terörist başının muhatap alınması gibi ‘saftirik’ teklifler de cabası.
Dahası güvenliğini sağlamak için de bir tabur asker görevlendirmenin mantığını sorgulayan hiç yok.
Dünyanın hiçbir yerinde
terörle mücadele de asker birincil muhatap değilken bizde neden böyledir denildiğinde hemen; TSK düşmanlığı ile suçlanır ve üstüne üstlük
Askeri tahkir ve tazyiften
dava açılıyor.
Ama kimse otuz yıldır düzenli bir ordunun komutanının terörist ile
çoban arasındaki farkı ayıramadığını, nedendir sorgulamaz.
Hatta görevden neden alınmadığının cevabını kimse vermez.
Diğer taraftan ‘ama neden terör bitmiyor sorusunun cevabı’; şehitlerimizin kanı yerde kalmayacaktır olur.
Bu yüzden terörün can yakmasıyla sorgulanması gerekenler yeniden gündemin birinci sırasına oturdu.
Referanduma giden Türkiye’de, demokratik kuralların yeniden tanımlanacağı ve hukuk sisteminin ve yargıdaki müdahilliğin yeniden şekilleneceği dönemde terörün artması bilindiği gibi çok da garip kaçmıyor.
Tam da burada Emniyet
İstihbarat, 12
Eylül 2010'da yapılacak referanduma doğru
terör örgütünün
eylemleri tırmandıracağını
rapor etti.
Rapora göre PKK, 1 Temmuz -10
Ağustos tarihleri arasında ses getirici
bombalı saldırılar düzenlemeyi planlıyor. Gizli raporda, asker gibi ağır silahları bulunmadığından polisin
hedefte olduğu vurgulanıyor.
Raporda, terör örgütünün polisi neden hedef seçtiği ise dikkate değer bir ayrıntı.
Stratejik ve profesyonel bir planın parçası gibi duran bu ayrıntıda; Şehir merkezlerinde polis helikopter ve jet ile bomba gibi ağır silahları kullanamayacağı için terör örgütü üyelerinin bir eylem sonrasında daha az zayiatla kaçabileceği hesaplanmış.
Raporda, 1 Temmuz-10 Ağustos tarihleri arasında eylemlerini tırmandırmayı hedefleyen örgütün polisin yanı sıra
AK Parti binaları, doğalgaz
boru hatları,
tren yolları ile trafolara da bombalı saldırılar planladığı kaydediliyor.
Burada sorgulanması gereken terörle mücadelede öne çıkan
yetki başlığını
analiz etmekte fayda var.
Mesela, terörün şehirlere yayılmasıyla panik ve
kaos oluşturarak, olağanüstü şartların olgunlaşmasıyla terörle mücadelede şehirlerde yetkiyi TSK’ya vermek gibi.
İşte bu yüzden terörle mücadelede aciz bir hükümet görüntüsünün kamuoyuna pompalanmasının arkasında; hukukta yapılan yetki gaspının, acaba siyasi irade içinde geçerli kılabilmenin yollarını mı arıyorlar diyesi geliyor insanın.
***
Daha dün denecek kadar kısa bir süre önce
mavi akım yolsuzlukları nedeniyle
ülkenin başkentinde jandarmanın söz konusu muhataplarına yaptığı operasyona ses çıkarmayanlar, şimdi İç İşleri Bakanlığının terörle mücadeleden sorumlu olduğunu dolayısı ile hükümetin terörle mücadelede aciz olduğu iddiaları havada uçuşuyor. Aslında bir doğruyu ifade ediyorlar.
Ancak aynı soruyu;
Genelkurmay Başkanının neden hala
savunma bakanlığına bağlı olmadığını hatta başbakana bile bağlılıktan öte anayasada başbakana karşı sorumludur ifadelerini hatırlatmazlar/hatırlamazlarken; bugün istemedikleri bir hükümet olduğundan dünya standartlarında olması gereken devlet hiyerarşisinin işlerine gelen kısmını tartışma programlarında Amerika’yı keşfetmişçesine anlatırlar ve insanları ikna etmeye,
taraftar toplama yoluna giderler anlamak mümkün değil.
Bu arada TSK’nın iç tüzüğündeki devleti kollama ve koruma görevine dayanak gösterilen 35.maddeyi nasıl izah ettikleri ise üniversitelerde akademik
kariyer yaptırır seviyede. Ayrı mesele.
Yıllardır devletin tepesinde oturup, aynı nakaratlarla ülke yönetmek bugünün dünyasında çok zor.
Şimdiye kadar denenen terörle mücadele yönteminin sonuç vermediği bal gibi ortada.
Güvenlik güçleri arasında bile çifte standart uygulandığı ve teröriste karşı sadece ben varım diyen bir mantığın sonuçları günü birlik şehit olarak karşımıza çıkıyor, ama kimsenin gıkı çıkmıyor.
İşte bu yüzden halkı demokrasiden soğutma adına her dümenin döndüğü Türkiye’de artık dümenin demokrasiye döndürme vaktinin geldiği
vakit bu vakittir diyorum.
A.Turan Alkan’ın da altını çizdiği gibi, Çare ise; ‘Türkiye’nin daha demokratik, daha hukuka itaatkâr, daha çok
refah üreten ve adil bölüştüren bir ülke haline gelmesi için çabalamak’ tır.
Bunun da siyasetçisi, bürokratı, ekonomisti, aydını ve akademisyenlerinin ortak sesiyle olacağından kimsenin şüphesi yok.
Son sözüm tüm siyasilere.
Rica ederim yetki gaspına karşı dik durun.