28
Aralık 1895'te
Paris Grand Cafe'de bir trenin üzerlerine dumanlar püskürterek geldiğini gören 33 kişinin verdiği ilk tepki korkuydu.
Benzeri bir ilk tepkiyi de bir yıl sonra Galatasaray'daki Sponek Birahanesi'nde aynı filmi izleyen Türkler göstermişti. Perdedeki gerçeklik ile gerçeğin kendisinin ayrımına henüz varamamış olan insanoğlu izlediği gölge oyunu ile yaşadığı boyutu ayrıştıramıyor, gerçek yaşamda verdiği tepkinin benzerini veriyordu. Esasen sinemanın en güçlü silahı da buydu. Gerçeklikten ne kadar çalarsa o kadar iyi iş yapıyordu. Korkuturken, gülerken, ağlatırken...
Nice zamandır bu alandaki hakimiyeti elinde tutan tiyatro daha ziyade zengin eğlencesi olduğu için sinema hızla bu tahtı ele geçirdi. Önce seslenme, ardından renklenme filmsel gerçeklik ile gerçek arasındaki mesafeyi epey kısalttı. Üstelik buna eklenen iki dünya savaşı ve kameranın askerî iktidarların eline geçmesi, belgesel denen tür ile birlikte tuhaf bir yapay gerçeklik olgusu oluşturmuştu. Ordular meydanlardan çok daha önce perdede ilan ediyorlardı zaferlerini. Ve en bariz yenilgi bile sinemanın o büyülü diliyle kabul edilebilir bir zafere dönüşüveriyordu. Faşizmden komünizme kadar ideoloji skalasındaki her güç bu yeni gerçekliği alabildiğince kullandı.
Elbette filmin dili ve izleyicinin algısı gelişti zamanla. Şimdi, çok değil 50 yıl önce çekilen filmlere bakıp, sadece dilinden dolayı, üzerimizde neredeyse hiç gerçeklik hissi oluşturmadığını görebiliyoruz. Bilindiğinin aksine sinema bir eğlence aracı olmaktan çok, gerçeğin parçalanıp yeniden oluşturulduğu ve bir bakıma onu iyi kullananların ürettiği yeni bir gerçeklik ile yepyeni kavramlar ürettiği bir bilim dalıdır. Ve her bilim dalı gibi,
sakat ruhlu bilim adamlarının eline geçtiğinde muazzam bir silaha dönüşebilecek son derece tehlikeli ve büyük bir ana bilim dalı!
Tıpkı nükleer ya da sair tehlikeli silahlar gibi, vicdansız egemenlerin ya da
hasta ruhlu tiranların eline geçtiği zaman gerçeğin çarpıtılıp yeni ve acımasız bir gerçekliğe dönüşmesiyle kalmıyor sinema, aynı zamanda yeni ideolojilerin ve emperyallerin gelecek kurgusunda çok önemli bir yönlendirici oluveriyor.
Bu
katilin çok önemli bir özelliği de var. Sempatik ve
beyin yıkayıcı... Kendi gerçekliğini metazori ile yüklemiyor zihinlerimize, bunu yaparken bizim zevk almamızı sağlıyor ve bilinçaltına yaptığı vuruşlar ile oluşturulan bu suni gerçeklik durumunun mutlak gerçeklik gibi algılanmasına çaba harcıyor.
Bütün bu çivi gibi yutulması zor mevzuları niye yazdım biliyor musunuz?
Fransız yapımcı ve yönetmen Luc Besson'un son filmi From Paris with Love - Paris'ten Sevgilerle isimli son katil ile tanışmanız için. Bugün çıkan
Aksiyon dergisine biraz daha tafsilatlı yazdım ama durum şu: Özellikle 11
Eylül saldırısı sonrasında Batı dünyası kendine düşman olarak yeni bir olgu buldu:
İslam. Her ne kadar yüksek sesle ve dışarıdan ifade etmeseler de, kendi aralarında ve bilinçaltlarında bu gerçek ile yaşıyorlar. Leon gibi bir başyapıtın yönetmeni de, kendi nefsi ve kendi toplumunun hoşuna gidecek olan böylesi bir filmi bu nedenle yaptı bence. Paris'ten Sevgilerle baştan sona İslam karşıtı, hatta düşmanı bir film. Bu düşmanlığı sinemanın 'aksiyon' gibi bol adrenalinli eczasıyla veriyor ki, filmi izlerken bilinçaltımızın topladıkları ile görsel hafızamızın farkında olmadan topladıkları içeride bir yerde buluşsun. Yeni faşizmin son örneği olan bu film, aradaki tüm renkleri silip attığı gibi, istisnaları da genellemeyle değiştirerek sinema adına çok büyük bir
cinayet işliyor.
Luc Besson, gerçeğin son katili olarak sinemalarımızda arz-ı endam ediyor ve biz üzerine para ödeyerek bu katliamı izliyoruz!