Birkaç gündür elimden bırakmadan, bırakamadan okuduğum bir kitap,
Ertuğrul Özkök’ün ‘Tuhaf’ı.
Hangi türe sokacağını şaşırıyor insan.
Kurmaca mı, değil mi? Belli ki Özkök kurmaca ile gerçek arasındaki o belirsiz sınırda durmak istemiş. O yüzden insan karar veremiyor.
Gerçekte, uzun yıllar
Hürriyet gazetesini yönetmek gibi ağır ve yorucu ve en önemlisi yıpratıcı bir işi yaptıktan sonra bir anda üstünden yük kalkan ve özgür kalan bir yazı adamı olarak, belli ki uzun yıllardır kafasını kurcalayan ama cevabını da ya tam olarak veremediği ya da vermek istemediği çok temel bir konuya dalmak istemiş Özkök.
O temel konuyu zaman zaman köşesinde de okuyoruz. Ruh var mı, yok mu? Bizim
davranışlarımızı belirleyen, davranışlarımızı uzaktan da olsa izleyen bir yüce varlık var mı yok mu?
Özkök, kitap boyunca kendi başından geçtiğini söylediği, bazıları taa onun çocukluk yıllarına kadar giden öyküler anlatıyor, bazen sorular soruyor bazen soru bile sormuyor.
Kısa ve çarpıcı öykülerde Özkök genellikle bizi bir cevaba, bir sonuca yönlendirmekten kaçınıyor, adeta tarafsız bir gözlemci gibi olayları anlatıyor, kendince yaptığı sorgulamaya bizi
tanık ediyor ama sonra öylece bırakıyor anlattığı şeyi, kararı biz verelim diye.
Benim bayıldığım öyküler oldu Özkök’ün alattıkları arasında. Mesela kitabın ilk öyküsü. Sonra Mevlana’nın mezarı öyküsü.
Bunca yıl gazetesini yönetmekten, gazete yönetmenin insana yüklediği yan ve çok ağır yükleri sırtında taşımaktan kafasını kaşımaya vakti kalmamış bir insan olarak Özkök’ün kendini özgür hisseder etmez klavyenin başına geçip böyle bir kitap yazmasını, kendince özgürlüğünün tadını çıkarmak istemesini çok iyi anlayabiliyorum.
İnsan gazeteci olunca, hele hele Hürriyet gibi büyük bir haber makinasının en tepesinde oturunca, her gün onlarca ve birbirinden ilginç insan hikayeleri dinliyor.
Ne kadar siyasetle, dış politikayla, ekonomiyle ilgiliymiş gibi gözükürse gözüksün, aynen edebiyatçı gibi aslında gerçek gazetecinin de malzemesi insandır, bütün o öyküler de gerçekte insan öyküleridir. Yeter ki, o kara kuru haberlerin içinden o insan öykülerini çekip çıkartabilin.
İnsan her gün böyle öyküler göre göre biraz deformasyona uğruyor ister istemez. Dünyada
çok sayıda öykü olduğuna, hatta bu dünyada sıkıntısı çekilmeyecek tek şeyin öykü olduğuna inanmaya başlıyor. Oysa bu doğru değil. Daha geçenlerde ünlü Amerikalı yazar
Paul Auster’in öykü taslağı defterlerini okudum (The Red
Notebook) ve bu koca yazarın ne kadar fakir öykülerle uğraştığını görüp üzüldüm.
Ertuğrul Özkök’ün üç-beş sayfada anlatıp geçtiği öykülerin üç tanesi için Paul Auster cinayeti bile göze alabilir belki de. İki kitabı arka arkaya okuyunca bu izlenime kapıldım.
Özkök, diyelim kayıp
Japon denizciler hikâyesini bir
roman uzunluğunda ve tadında yazabilirdi. İnsanın özüne dair bütün temel soruları içerme potansiyeli taşıyan bu öykü,
bana göre Özkök tarafından harcanmış.
Tabii şunu bilmiyoruz, belki Özkök’ün heybesinde daha böyle yüzlerce, binlerce hikâye
var anlatılmayı bekleyen. Umarım da vardır.
Özkök’ün kitabı Tuhaf daha şimdiden çok satarlar listesinde zaten. Ben de elden
bırakmadan okuyacak bir kitap isteyenlere, öykülerin öyküleri kovaladığı ve sizi sersemlettiği bir kitap isteyenlere Tuhaf’ı
tavsiye ederim.