Malum, son zamanlarda uğursuz sesler çoğaldı. Çözüm ihtimali kimilerini korkutuyor; ölüseviciler toprağa taze bedenler istiyor.
Kimileri hala “
asayiş” adına seksen senedir derde deva olmayan, tam tersine yarayı derinleştiren “operasyonlar”dan medet umuyor; kimileri de “halkların kardeşliği”ne götürmek bir yana, pratik olarak onu aşındıran ve çürüten“silahlı eylemler”den.
Hükümetin de “
Kürt Açılımı”nda duraksamış göründüğü, “
Terörle Mücadele Kanunu mağduru çocuklar”la ilgili kısa ve basit ama son derece acil ve anlamlı düzenlemenin dahi Meclis’e getirilemediği günlerdeyiz.
Oysa süre kısalıyor ve şimdi atılabilecek adımların ertelenmesi durumunda yarın her şey çok daha güç olacak. “Otuz yaşın üstündeki kuşak gitmeden bu sorunu çözmek zorundayız” diyordu bir arkadaşım, “çünkü ortak değerleri aşınmış, şiddet ortamında büyüyen bir kuşakla yarın işimiz çok daha zor”.
***
Hafta sonu, akademisyeni, yazarı, sanatçısı toplam 16 kişi,
Siirt Belediye Başkanı
Selim Sadak ile
Türkiye Barış Meclisi üyesi Şirin Tunç’un davetleri üzerine Siirt’e giderken aklımda o arkadaşımın sözleri vardı.
Öğrendiğim kadarıyla ev sahipleri bu etkinlik kapsamında davet ettikleri misafirlerin Kürt ağırlıklı olmamasını istemişler ve barış
çağrısının onların sesiyle yapılmasının daha anlamlı olacağını düşünmüşlerdi. Sanıyorum pek çok katılımcı da bunu bir tür ahlaki sorumluluk olarak gördü ve kısa bir zaman önce yapılmış olan çağrıya şartlarını zorlayarak katıldı.
***
Selim Bey, kendisiyle
iletişim kurmanın kolay olduğu rahat bir insan. Mega teorilerle insanı kasmıyor, çözüme odaklanıyor.
Program boyunca misafirleriyle ilgilendi ve Çemekare Yaylası’na izin verilmemesi üzerine başka bir yer bulunduğu bilgisini verdi.
Akşamüzeri Kaletül Üstad Tepesindeki “Barış Çadırı”nda bir araya geldik. Sonra, gelenlerden bir grup oluşturup, İsrail’in gemi katliamında hayatını kaybeden Siirtli
yardım gönüllüsü İbrahim Bilgen’in yakınlarına taziyeye gittik. Tepeye döndükten sonra ortak bir çağrı metni kaleme aldık. Ertesi sabah
basın açıklaması yaptık.
“Kürt Sorunu Bizim de Sorunumuzdur” başlığını taşıyan açıklamada, sorunun çözümünde şiddette ısrar edilmesinin ayrışmayı arttırdığına, şiddetin korkunç bir sarmal halinde şiddeti yeniden ürettiğine dikkat çektik.
“Biz bu şiddetin artık durmasını istiyoruz ve birbirimizden kopmak istemiyoruz. Köklerimiz aynı topraklardan besleniyor. Kürtlerin sorunu bizim de sorunumuzdur” dedik.
Meclise, Hükümete, bütün siyasi partilere,
sivil toplum ve tüm toplum kesimlerine seslendik ve “sorunun çözümüne katkı sunabilecek hiçbir unsuru dışlama lüksümüz yoktur” dedik.
“Bu sorunu barış ve
diyalog ekseninde çözmeyenler, sorunun getireceği olumsuz sonuçların altında hep beraber ezileceklerdir” dedik.
“Ellerin tetiklerden hemen şimdi çekilmesini istiyoruz” dedik.
Asıl cesaretin “öfkenin diliyle konuşmamak” olduğunu hatırlattık.
Ve:
“Operasyonların ve silahlı eylemlerin son bulması için tüm sorumluları irade göstermeye ve adım atmaya davet ediyoruz” dedik.
***
Bilmiyorum kim ne kadar dikkate alacak bu çağrımızı.
Ama bildiğim bir şey var ki, hiçbir ses uzayda kaybolmuyor ve Türkler ve Kürtlerden büyük laflar etme statüsünde olmayan “sıradan vatandaşlar” da bu sese
kulak veriyor.
***
Başlıkta
Kürtçe “felek kimsenin babası değil” yazıyor.
Aslında “Kürt Sorunu Bizim de Sorunumuzdur” başlığını düşünmüştüm, ama Siirt’te yanımızdan geçen bir arabada görüp sorduğum bu sözün anlamını öğrenince başlığa onu almaya karar verdim.
Konuyla ilgili özel bir anlam içerdiğinden değil, sadece etkilediğinden. Belki bir de Kürtçeye gözümüz alışsın diye.
Ama çözüm pekala mümkünken on yıllardır yaşadığımız acıları ve onun kurbanlarını düşündüğümüzde, belki de konuyla ilgisi vardır.