Sabah Taksim’den saat 7’de bindiğimiz
otobüs, Türk ve
Yunan sınırlarını aşıp, sekiz saatlik bir uzun yolculuktan sonra, sınır
kenti sayılabilecek olan, Yunanca adı ile Xanthi, bizlerin söylemiyle...
...İskeçe’de “Hotel Democritus”un önünde durdu...
Bizlere liselerde okutulan
atom işareti, otelin de simgesiydi.
Çünkü Milattan önce 460 ila 370 yılları arasında yaşayan Democritus, “Atomculuk Okulu”nun en önemli filozofu sayılmakta...
“Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir” şeklinde özetlenebilecek bir görüşle, materyalist
doğa biliminin ilk temellerini atmıştır.
***
Sınırlar,
soğuk savaş dönemlerinde, ulus-devletlerin gizli ya da açık tekmeleştiği
bölgelerdi...
Ben de hep Batı
Trakya’daki yerleşim bölgelerini bu cinsten sayageldim...
Hâlbuki şimdi “Defne Türk-Yunan Derneği’nin” 9.
Dostluk Festivali nedeniyle buradaydık.
İskeçe bölgesi ile ilgili ilk tarihi kayıtlar M.Ö. 879 yılına dayanıyor...
Küçük bir yerleşim birimi olarak başlayıp, Trakya tarihinin, iç savaşlar, yıkımlar gibi tüm acılı ve çalkantılı serüvenlerini iliklerine kadar yaşamış...
26
Eylül 1371 tarihinden itibaren beş yüzü aşkın bir süre
Osmanlı yönetiminde kalmış.
Bugün de İskeçe,
batısındaki Gümülcine ve
doğusundaki Dedeağaç illeri ile birlikte
Yunanistan’da Türklerin en yoğun olarak bulundukları bölge.
***
Modern kent kimliği...
Özenle saklanan zengin tarihi...
Doğası...
Kadın-erkek eşitliğini renkli bir dostluğa çeviren çarpıcı
modernizmi...
Ve her yerde göz alan, dipli köşeli, her tarafa nüfuz etmiş estetiğiyle...
Eskilerden kalma önyargılarımı anında kıran İskeçe’ye bayıldım.
İskeçe, Yunanistan’ın en doğudaki kentlerinden...
İki
ülke arasındaki farkları tartma açısından,
Türkiye’nin doğu illerinden biriyle kıyaslayabilirsiniz...
***
Akşam yemeğinden sonra dışarı çıkınca, yüz bin nüfuslu bu kentin tüm
halkının sokaklara döküldüğünü
sandık...
Lokantalar, barlar, kahveler, tavernalar, sokaklar, meydanlar hepsi tıklım tıklım doluydu.
Ne krizin izi vardı, ne de Yunanistan’ın biraz önce dünya kupasında
Kuzey Kore’den yediği iki golün...
Kent, lunaparkta bir dönme dolaba binmiş, eğlenir gibiydi...
***
Pazar günü öğleden sonra, Ada
pazarı’ndan mübadele kurbanı olarak buralara gelip yerleşmiş olan Mandra köylülerinin köy meydanındaki olağanüstü ev sahiplikleri...
Mübadeleden beri yanlarında taşıdıkları özel folklorik elbiselerini giyerek oynadıkları halk oyunları...
“Osman Paşa Marşı” ile “sallasana sallasana mendilini” adlı türkülerin aslında ortak melodilerimiz olduğunu ilk kez burada görmem...
Ve aniden bir serap gibi karşımıza çıkıveren olağanüstü “Abdera
Arkeoloji Müzesi”...
Orada, çok eskilerden kalma ve estetiğiyle insanı büyüleyen kadın takıları, dokuzuncu yüz yılda çocukların oynadığı dokuz taş oyununun o dönemden kalma taşları, bebek biberonları, milattan önce üçüncü yüzyıldaki paralar, kısacası iki-üç bin yıllık geçmişe tüm haşmetiyle yapılan olağanüstü bir ziyaret...
***
Epeydir vesile bulup,
Birleşmiş Milletler “İnsani Kalkınma Endeksi”nde Yunanistan’ın 24, bizim ise 79. sırada bulunduğumuzu hatırlatmıyorum...
Bizdeki kimi aklıevveller, toplumların yarattığı estetiği, yaşamı taçlandıran kadın erkek ahengini, tarih bilincini, “makro dengelerdeki bozulmaların” alıp götüreceğini sanabilirler...
Bunun hiç de böyle olmadığını görmek isterlerse, her yıl büyük miktarda turistin
akın ettiği İskeçe’nin yolunu tutsunlar.
***
Gittiklerinde eski Yunan’daki “Atomculuk Okulu” ve Democritus’a da göz atmalarını öneririm...
Çünkü...
Yunanistan’ın krize rağmen 24., Türkiye’nin ise 79. sırada olmasının nedenlerini anlamalarına da bir ölçüde yardımcı olabilir.