Çocukluğumun ve ilk gençliğimin kenti Tarsus’un o dönemdeki nüfusunun yaklaşık üçte biri Arap’tı. Arapların önemli bir çoğunluğu da Nusayri’ydi(Aleviliğe yakın bir
inanç grubu). Komşularımız, arkadaşlarımız arasında ana dili
Arapça olanlar oldukça kalabalıktı. Bazıları
Cumhuriyet dönemindeki Türkçülük teorilerinden de esinlenerek kendilerine ‘Eti Türk’ü’ deseler de, onlar çok uzak olmayan bir tarihte çiftçilik yapmaları amacıyla
Mısır’dan Çukurova’ya getirilmişlerdi.
Araplar, daha çok ova köylerine yerleşmişlerdi. Büyük çoğunluğu geçimlerini sebzecilikle sağlıyorlardı. Dedelerimiz, Arap topraklarının Osmanlı’dan nasıl koptuğunu anlatırlardı. Arap cephelerinde yaşadıkları, acı bir hatıra olarak bilinçlerine yer etmişti.
Osmanlı’nın son dönemi konuşulurken Araplar ‘kötü tebaa’ olarak anılır, İmparatorluğu arkadan vurmakla suçlanırlar. Cumhuriyet dönemi boyunca ‘şeriat’ simgesi olarak kabul edilen Araplar, laik kültürün ‘sevmedikleri’ içinde en önde yer alırlar.
Cumhuriyet’e
egemen olan bu bakış açısı uzun yıllar
Türkiye’nin dış politikasına da yön verdi. Türkiye, yüzünü Batı’ya dönerken sırtını da Doğu’ya döndü. Bu nedenle bizler Doğu’ya Batı’nın gözüyle baktık. O şekilde eğitildik.
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte, Türkiye’de yeni şeyler olmaya başladı. Irak’ın işgaline karşı oluşan tepki 1
Mart 2003 tarihinde
TBMM’de ‘Tezkere’nin reddine yol açtı.
O günlerde, değişik görüşlerden bir grup insan ‘Doğu Konferansı’ adında bir inisiyatif oluşturduk. Niyetimiz Türkiye’nin
doğusundaki ülkelerin aydınlarıyla temas kurmak ve işgale karşı bir
dayanışma sağlamaktı. Aralarında
Hrant Dink, Nuray Mert,
Mehmet Bekaroğlu, İpek Çalışlar,
Can Dündar, Ayşe Böhürler gibi isimlerin bulunduğu toplulukla
Suriye,
İran, Mısır,
Lübnan,
Ürdün,
Ermenistan gibi ülkelere ziyaretler yaptık.
Hizbullah’ın lideri Nasrallah’tan, İran’daki rejim muhaliflerine kadar
Ortadoğu’nun bir çok önemli siyasi aktörüyle yüz yüze görüşme olanağını bulduk. Bu uzun
yolculuklarda Arapları çok yanlış tanıdığımızı gördük
Bu bölgenin aydınlarını, köklü kültürünü tanımak ufkumuzu açmıştı. Bazılarından derinlemesine etkilenmiştik. Fark ettik ki, biz bu bölgeye yabancılaşmışız, Araplarla ilgili son derece yüzeysel önyargılar oluşturmuşuz.
***
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mehmet Akif’in dizelerinden yola çıkarak, ‘Türkler Arapsız
yapamaz’ sözleri, bir anda yeni bir
eleştiri dalgasını beraberinde getirdi. Cumhuriyet döneminde oluşturulmuş, Arapları küçümseyen ve dışlayan yargılar yeniden piyasaya sürüldü.
‘Eksen kayması’ konusundaki değerlendirmeleri bir yana bırakarak, ‘Arap düşmanlığını’ kışkırtan önyargıları tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Araplara karşı Türklerde oluşmuş yargılar bulunduğu gibi, Araplar arasında da benzer yargılar söz konusu.
Bu yargının temel nedenlerinden birisi kritik dönemlerde Türkiye’nin Araplara karşı Batı’yla birlikte hareket etmesidir. Örneğin
Cezayir bağımsızlık mücadelesi sırasında 1950’li yıllarda
Türk hükümetleri Fransa’nın yanında saf tutması bu örneklerden bir tanesidir.
‘Doğu Konferansı’ gezilerimiz sırasında fark ettik ki, ABD askerlerinin Irak’ı işgal amacıyla Türkiye’de konuşlandırılmasını amaçlayan 1 Mart 2003 ‘Tezkere’sinin TBMM tarafından reddi, Türkiye’yle ilgili olumsuz yargıları sarsan bir başlangıç olmuştu. ‘Türk’ olmamız gittiğimiz her Ortadoğu ülkesinde bir övünç meselesi haline gelmişti.
Türkiye’nin daha sonra Suriye’ye Batı’nın müdahalesine karşı çıkması, İran’a
yaptırım uygulanmasının aleyhinde oy kullanması bu süreci daha da pekiştirdi. Türkiye, Batı’yla ilişkilerini sürdürürken, Ortadoğu ülkeleriyle de yeni bir ilişki biçimi geliştirmeye başladı. Araplarla daha dost, daha sıcak yeni bir ilişki biçimi oluşuyor.
1 Mart ‘Tezkere’sinin reddini destekleyen bazı kesimler, şimdi Ortadoğuyla daha sıcak ilişki kurulmasına karşı çıkıyorlar. Arapları dışlayan geleneği yeniden canlandırmak istiyorlar.
Araplarla, açılan aranın kapanması, dostluğa yönelik adımlar atılması, geleneksel dışlayıcı kültürün bir yana bırakılması önemli bir değişimdir. Önyargıları bırakmak ve ‘laikçi’ diye adlandırılabilecek bir bakış açısıyla bunu ‘Şeriat’a doğru bir yolculuk gibi okumak ve anlamak akla ziyandır.
Türkiye’nin Batı karşısında dik durmasını yıllarca kararlılıkla savunan solcuların bir kesiminin bu durumu ‘Arap’a teslim oluyoruz’ diye değerlendirmesi de hayatın garip bir ironisi sayılabilir.
1968’in ünlü kadın kahramanı Leyla Halid Filistinli bir Arap değil miydi?