Kısa bir aranın ardından
futbol denilen sevgilimize yeniden kavuştuk. Bir aya yakın bir süre futbolseverlerin evlerindeki seçkin konuk, evin en güzel köşesine bağdaş kurup oturacak.
Evde herhangi bir sorun varsa dışarıda da bu sevgiliyle buluşmak hiç zor olmayacak: Çay bahçelerinden tutun da en lüks lokantalara kadar her yerde ona kucak açılacak.
Maçlarla birlikte gündeme kim kazanacak kim kaybedecek, hangisi
yıldız olup hangileri biraz sönecek,
hakemler ne hatalar yapacak tartışmaları kimi zaman bıktırıcı bir hal alacak. Seyircilerin renkliliğinden güvenlik sorunlarına kadar bir yığın konu hep önümüzde olacak.
Şu ana kadar bunlar üzerinde epeyce konuşuldu, bundan sonra da çok şey söylenecek. Onun yerine ben size biraz daha kişisel dünya kupasından sözetmeye çalışayım. Kimse "Aman n'olur git!" filan demedi ama
Güney Afrika'da olma konusunda büyük bir istek duymadım. Elbette ki bunun en önemli nedeni Türkiye'nin orada olmayışı.
Güvenlik başta olmak üzere öteki sıkıntılarla ilgili gelişmeleri de
gazetelerde okuyorsunuz.
Açıkçası, G.Afrika'nın böyle bir organizasyonu yüzakıyla tamamlayacak durumunun olmadığını bu işin yetkilileri baştan biliyorlardı. Ancak kupanın
Avrupa ve Güney Amerika'dan sonra Asya'yı görmesiyle sıra haliyle kara kıtaya gelmiş gibiydi. Ayrıca, Blatter'in oturduğu koltukta ölene kadar kalabilmek için birtakım hesaplarının bulunduğu da sır sayılmazdı.
2006
Almanya ve 2008
Avrupa Şampiyonası şenliklerinden sonra G.Afrika bana pek ilginç ve önemli de gelmedi. Özellikle Almanya 2006, tam anlamıyla futbolun uygarlık gösterisiydi. Almanların bu tür organizasyonlardaki başarıları bilinmeyen birşey değil ama bizim orada yaşadıklarımız bunun da ötesindeydi.
Özellikle Deniz
Gökçe hocamın, turnuva için tutmuş olduğu arabayı ilk günlerde nedense bana vermek istemeyişini gazeteye yansıtırken, "Dünyanın en şanslı
spor yazarıyım, iki
yabancı dil bilen,
profesör bir şoförüm var" durumunu hatırladıkça gülmemek elde mi?
Hele
Erman Toroğlu-Altan Tanrıkulu dostlarımızın ilk 10 günlük maçlarının da kuzeyde olması nedeniyle Frankfurt'ta tutulmuş olan evin bize kalması piyangosu kolay unutulacak birşey mi!
Yine de sanki en keyifli Dünya Kupam 1990 gibi gelir bana. Nasıl olmasın ki, fotomuhabirim rahmetli Mahmut Küçük'le birlikte Milano'da San Siro-Guiseppe Meazza'da turnuvanın başlamasından sadece 1 gün önce akreditasyonlarımızı yaptırdığımız sırada orada yakaladığımız büyük balığı nasıl unutabilirim!
Kamerun takımı da bizimle aynı saatlerde oradaydı. Başta Roger Milla olmak üzere takımın bütün oyuncularıyla
şaka olsun kabilinden fotoğraflar çektirmiştim. Onlar daha ilk maçta
Arjantin'i 1-0 yenip ardından oynadıkları maçlarla turnuvanın yıldızları olmasınlar mı!
O dönemde çalıştığım gazete -adı lazım değil- bunları tepe tepe kullanmıştı. Çoğundan haberim bile yoktu ama okurlarımız beni bir gün Roger Milla ile ertesi gün Omam ve Kana Bıyık kardeşlerle
röportaj yaparken "izlemişlerdi." Onun gibi daha neler neler!
Torino'daki maçlar sırasında tribünde gördüğüm
Pele ile ayaküstü birkaç sözcüklük konuşmayı, içerde Ferdal Uzundurukan kardeşimin "Arjantin bizi eleyecek!" diye süslemesiyle eriştiğim sahte kahinlik durumuna ne dersiniz!
1990'ın en büyük olayı, galiba
Maradona'nın
İtalya-Arjantin maçı öncesinde "Napoli, İtalya değildir" sözü olmuştu. O dönemde bu kentin sıradan takımını büyük başarılara taşıyan Maradona bu sözüyle 12'den vurmuş, adeta İtalya'yı ikiye bölmüştü.
İyi de şu anda Ali Kırca'nın yedeği olarak haber spikerliği yapan Korcan Karar, daha sonra geçtiğimiz Roma'daki Gaetano Scriera basın merkezinde "
Coca-Cola' class='textetiket' title='Coca Cola haberleri'>Coca Cola Kızı" olarak görev yapan Donatella Maldini ile kendisi değil de neden benim fotoğraf çektirmemi istemişti?
Hayır, meslekdaş şakasına
kurban gidip faka basmış filan değildim, zaten bunu kendisine sormuştum, gerçekten de efsanevi Paola Maldini'nin kızkardeşiydi ve üstelik bir manken kadar da güzeldi. Bitmedi, böyle bir fotoğraf gazetemin meşrebine de çok uygundu ve tepe tepe kullanılmıştı. Demek ki Korcan bana bugünün dünyasında pek yeri olmayan türden meslekdaş yardımında bulunmuştu.
1986 yazında Meksika'da değil Londra'daydım. Maradona'nın elle attığı golü maç sırasında kimsenin görmediğine eminim. Çünkü ancak maçtan birkaç saat sonra kıyametin koptuğunu hatırlıyorum. Bütün televizyon kanalları, yetersiz çekim nedeniyle ancak çeşitli grafik düzenlemelerle durumu izleyicilere aktarma çabasındaydı. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş, Dünya Kupaları tarihinin en ilginç olaylarından biri kayıtlara çoktan girmişti.
Evet, futbol bu yönleriyle de bir şenliktir. Bu şenliğin en büyüğü de hiç tartışmasız Dünya Kupası'dır. Bakalım bu kupada neler göreceğiz? Hepinize iyi seyirler...