Haluk Kırcı mı? Yoksa
Yıldırım Türker mi? Birincisi 1978'de öldürülen 7 TİP'linin
katili. Diğeri, bizim adımıza seven ve bizi temsilen nefret eden vicdanlarımızın beyaz atlı prensi. Hangisinin vicdanı daha yüce olabilir ki? Peki mukayesenin ne zararı var?
Haluk Kırcı bir katil. Bir
cinayet ve onun faili, hep sıcağı sıcağına gündeme geldiği için hukuken "katil" sıfatını tek başına kullanamıyoruz. Birine "katil" diyebilmemiz için bütün yargı sürecinin tamamlanması gerekiyor. Haluk Kırcı 32 sene önce işlenmiş, cezası verilmiş
cinayetlerin katili.
Yargı kesin hükmünü vermiş, o da verilen cezayı yatmış, meşhur tabirle "adalete hesabını
ödemiş" biri. Hatta kişiye özel
kanun değişikliği ile yani "negatif ayrımcılık" sonucu fazladan bir on yıl daha cezaevinde kaldı. Üstelik bir hatanın kurbanı olduğunu söylemiyor; açıkça "ben yaptım" diyor.
Yıldırım Türker "Halûk Kırcı aramızda" başlıklı geçen hafta Radikal'deki yazısında kendi yargılamasını yapıyor. Yıldırım Türker'e göre Haluk Kırcı "mutlu bir katil". "Kendinden hoşnut", "kibirli" ve yaptıklarını doğru bulan biri. "Kendi muhayyel Türkiye'sinin gurur duyduğu kahraman". Daha ötesi "katli
ihmal edilmiş bir katil".
Haluk Kırcı ise hafta sonu,
Sabah Gazetesi'nde Sevilay Yükselir'e kendi öz vicdanının muhasebesini yapıyor. Basit bir nedamet duygusunun ötesinde vicdanî sorumluluğundan dem vuruyor. "Ben adalete hesabımı ödedim, şimdi Allah'a vereceğim
hesap kaldı." diyor.
Şiddet yöntemleri ile sorun çözmeye niyetlenenleri uyarmak için konuştuğunu söylüyor. Soğuk Savaş'ın özel harp operasyonlarına alet olduklarını, oyuna getirildiklerini,
darbe şartlarını oluşturmak için kullanıldıklarını anlatıyor.
Hangisini
tercih edersiniz? Yıldırım Türker'in
tarif ettiği, yaptıkları ile gurur duyan, neredeyse yeniden cinayet işlemek üzere fırsat kollayan Haluk Kırcı'yı mı? Yoksa kendi ağzıyla
bilge bir adam gibi hayatın kutsallığından bahseden, siyasî olarak kendisine yakın duran gençlere "şiddetten uzak durun" mesajları veren Haluk Kırcı'yı mı? Tabii, 'Hangisi gerçek?' diye soracaksınız.
Gerçek, 30 yıl önce yaşadıklarımızda. Ve bu gerçeği bize Haluk Kırcı hatırlatıyor.
30 yıl önce, yaklaşık on yıl süren kavgada tam 5 bin insan öldürüldü. 5 bin cinayet işlendi. O gün o cinayetleri işleyenler vatanı komünist işgalden kurtardıklarını veya
işçi sınıfını iktidara taşıdıklarını düşünüyorlardı. Şiddet şiddeti doğurdu ve orta yerde koskoca bir kan gölü oluştu. Haluk Kırcı'nın işlediği cinayetler, bu kan gölünün bir parçasıydı.
Birileri inançları için hayatlarını verdiler. Birileri inançları için başka birilerinin canlarını aldılar. Birileri öldüresiye nefret ettiler, ama korktukları için kaçtılar. Birilerinin istedikleri halde nefret edecek kadar bile cesareti olmadı. Bugün en çok konuşanlar, o gün cesareti olmayanlar. Ama sonuçta hepimiz, hiçbir inancın, hiçbir idealin insan hayatından daha değerli olamayacağını biliyoruz. Hatta o cinayetleri işleyenler bile.
Haluk Kırcı, birçoğu için bir günah keçisi oldu. Yıldırım Türker, işte bu günah keçisine birkaç taş atarak vicdanımızı rahatlatıyor. Başka birçok günahı da Haluk Kırcı'ya "biliniyor" rahatlığıyla yüklüyor. Ama hepimiz nisyanın rahatlığında huzur içinde yaşarken Kırcı hatırlatıyor. Ya geri kalan 5 bin cinayet? Her yıl bir defa taşlanan günah keçilerinin, işlenecek yeni günahların kapısını sonuna kadar açtığını unutmayalım.
Bugün de kan akıyor. Bugün de kan dökmeye hevesli birileri ortalıkta dolaşıyor. Kendilerine, düşman,
model veya örnek arıyor. Hangi Haluk Kırcı bu orta yerde dolaşanlara kan dökmek için
taklit edecekleri veya düşman olacakları örneği veriyor? Yıldırım Türker'in bize anlattığı Haluk Kırcı mı? Yoksa Haluk Kırcı'nın bizzat kendisinin anlattığı Haluk Kırcı mı? Veya daha kestirmeden söyleyelim: Hepimizin saygı duyması gereken gerçekler mi?
Bu sözüm Yıldırım Türker'e değil: Ölenlerin siyasî görüşlerine hiç aldırmadan, 5 bin insanın tamamı için aynı ölçüde üzüntü duymayan biri vicdandan söz etmemeli.