Yaser
Arafat liderliğindeki FKÖ ile Abdullah Öcalan’ın kurduğu
PKK, bir dönem kader ortağıydı. PKK’nın Beka Vadisi’ndeki kampı da daha önce FKÖ’ye aitti.
Radikal solcuların
Filistin davasına sahip çıktığı günler, o günlerdi.
Zaman içinde PKK, FKÖ’den ayrışıp MOSSAD’ın oyun sahasına girdi. FKÖ de ikiye bölündü: El
Fetih ve HAMAS...
Muhafazakar kesimin Filistin davasına sahiplenmesi ise PKK’den ayrıştığı sonraki döneme denk gelir.
İsrail’in her yıl giderek artan katliamları ve yaklaşık 4 yıldır
Gazze’de devam eden insanlık dramı, bu ilgiyi daha da arttırdı.
Ayrıca, siyasi iktidarın izlediği dış politikanın sürece katkısı yadsınamaz. Komşularıyla sıfır riske dayalı ilişki kurmaya çalışan
Türkiye, Filistin meselesi çözüme kavuşmadan
Ortadoğu sorunun çözülemeyeceğini ve dünya barışının tesis edilemeyeceğini öngörüyor.
O nedenle, hükümetin İsrail’e karşı izlediği, kimi zaman sertleşen politikasının kendi içinde tutarlılığı vardır, anlık tepkilere dayalı değildir.
Ancak, kanlı
baskın, gerginleşen Türkiye-İsrail ilişkilerinde çıtayı çok yüksek bir noktaya taşıdı. Kamuoyunda öyle bir
rüzgar esiyor ki, baltayı kapan İsrail’e doğru koşmak istiyor sanki.
Savaş tamtamları çalıyor.
Hükümet de maşallah, vurdukça vuruyor.
Bıraksan, soluğu birlikte Gazze’de alacaklar.
Burada sağduyuya ihtiyaç var.
Fethullah Gülen’in bu aşamada
Wall Street Journal’e yaptığı açıklama, bu ihtiyaçtan doğmuş olabilir. Hem kamuoyunun sakinleşmesi hem iktidarın frene basması bakımından yararlı olacağı düşünülebilir.
Osmanlıyı birinci dünya savaşına sokan İttihat ve Terakki’nin tuzağıydı. İttihat ve Terakki’den sadece 4 kişinin gelişinden haberdar olduğu iki
Alman denizaltısının Türk karasularına girmesiyle Osmanlı kendini savaşın ortasında buldu.
Elbette, İsrail’e haddi bildirilmelidir. Yakın mesafeden kafalarına kurşun sıkılan masum insanların intikamı alınmalıdır. Daha önemlisi, gemilerin yola çıkmasına dayanak oluşturan Gazze ablukasının kaldırılması sağlanmalıdır.
Sonuç almak için savaş da bir yöntemdir, ancak son çaredir. Türkiye’nin uluslar arası arenada izlediği İsrail’i yalnızlaştırma politikası sonuç vermeye başladı. Süreci, akl-ı selimle yürütmek durumundayız. Gülen’in açıklaması, bu yönüyle değerlendirilebilir.
Açıklamadaki sıkıntılı durum, İsrail’le uzlaşılmamasını “otoriteye başkaldırı” olarak gören ifadelerdir. İsrail’in uzlaşmaya yanaşmadığı açıktır. Uluslar arası sularda hiç yetkisi olmadığı halde gemiyi basarak insanları katleden haydut bir ülkeyle meşruiyet sınırları içinde uzlaşmanın nasıl sağlanacağı konusu, boşluktadır.
Abdülhamit Bilici’nin değil, Fethullah Gülen’in bu sözlerine açıklık getirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde, cemaat tabanında travmaya yol açabilir. Pazar günü 8.
Türkçe Olimpiyatları’ndaydım. Bu kritik cümleyle ilgili kafası karışık olanlar dikkatimi çekti.
İyi niyetle söylendiğinden şüphem yok, ama üsluba benim de itirazım var.
Seyfi Oktay ve
Ergenekon
Adalet eski Bakanı
Seyfi Oktay,
Ergenekon soruşturması kapsamında
gözaltına alındı.
Alevi dedesi olması, bu gözaltına ilişkin farklı tartışmaları beraberinde getirdi. Cevabı aranan soru şu: Alevi olduğu için mi kapısı çalındı?
Eğer her gözaltı veya
tutuklama kararı için etnik kökene veya
inanç grubuna göre tasnife kalkışırsak, hukukun iğdiş edilmesine, suçluların korunmasına
yardım ve yataklık etmiş oluruz.
Aynı tehlikeli oyun, Erzincan’da oynandı, oynanmaya devam ediliyor. İçinde yargı,
siyaset ve medya mensuplarının bulunduğu bir kesim, oradaki Ergenekon davasını Alevilere karşı teşebbüs olarak göstermeye gayret etti.
İşin ilginç tarafı, bu kampanyanın içinde yer alan siyasetçisi, yargı mensubu, gazetecisi, neredeyse tamamı Aleviydi. Davanın kendisi değil aksine böyle bir
algı oluşturulmasına çalışanlar, dar mezhepçilik yapıyordu.
Aynı tezgahın, Seyfi Oktay hadisesinde hortlatılmaya çalışıldığı aşikardır. Kendisi de Alevi olan Sevilay Yükselir’in
Sabah Gazetesi’nde konuya ilişkin yazısı, dikkat çekicidir, ilgililerin okumasını
tavsiye ederim.
Ayrıca,
Kürtler gibi geçmişte çok acılar çekmiş, derin devletin İsrail gibi haydutluğunu en iyi bilen bir kesim olarak kimi Alevilerin Ergenekon soruşturmasına ideolojik gerekçelerle
destek vermediğini hatırlatmak isterim.
Asıl mevzua dönecek olursak; Seyfi Oktay’la ilgili savcının elinde ne tür bilgi ve
belge var bilmiyorum, ortaya çıkınca daha sağlıklı bir değerlendirme yapabiliriz. Ama gözaltı gerekçesini, Alevilikle ilişkilendirmek saflığın ötesinde ihanettir.
Burada beni rahatsız eden asıl mesele, Adalet eski Bakanı olarak Seyfi Bey’in gözaltına alınış şeklidir. 3.
Ordu Komutanı
Orgeneral Saldıray Berk,
sanık olduğu halde hala ifadesi bile alınamadı.
Yargıtay eski
Başsavcısı
Sabih Kanadoğlu’nun evine girildi ama dışarı çıkarılamadı.
Kuvvet komutanlarının ifadesi ancak randevuyla alındı.
Birinin arkasında Genelkurmay’ın tankı, topu, roketatarı vardı, diğerinin arkasında
Yargıtay,
Danıştay bilumum cüppeli... Ama eski bakanın kapısı bir sabah çalındığında ona arka çıkacak ne tankı vardı ne cüppeli dostları...
Çünkü o, gazeteciler gibi doğanın en savunmasız siyasetçilerinden biriydi.
Yargılamayı kudret hiyerarşisine göre yapacaksak, haydut İsrail’e niye kızıyoruz? “Arkamda ABD gibi abim var, asarım da keserim de kimse benden
hesap soramaz” dediğinde, söyleyecek lafınız kalır mı? Esas olan, üstünlerin hukuku değil de hukukun üstünlüğü ise nedir bu yaşananlar?
Ben olsam, Seyfi Oktay’ın kapısını çalmazdım.