27
Mayıs darbesinin 50. yılı münasebetiyle gazeteniz bir yazı dizisi yayımladı. "
Yassıada Gerçeği" başlığıyla sunulan dizide ilk defa yayımlanan fotoğraflar ve görüntüler vardı.
Abdullah Kılıç'ın kaleme aldığı bu Yassıada çalışması, büyük bir ilgi uyandırdı.
Telefon edenler, e-
mail gönderenler, gazeteye gelip bizzat
tebrik edenler... Demek ki
27 Mayıs cuntasının açtığı yara hâlâ millet vicdanını kanatıyor. Bu duyarlılığı görmek,
demokrasimiz adına
ümit verici. Demek ki zulüm, zalimin yanına kâr kalmıyor. Bir gün gerçekler ortaya çıkıyor ve "Zulm ile âbâd olanın sonu berbâd" oluyor. Kamuoyunun 27 Mayıs yazı dizisine gösterdiği teveccüh gerçekten de takdire şayan...
Madalyonun bir de diğer yüzü var. Cuntacılığın
insanlık suçu olduğunu dile getirdiğinizde kimyası bozulan dar bir çevrenin varlığı da ortada. Bunlara kalırsa 27 Mayıs'ı da, 12 Mart'ı da, 12 Eylül'ü de, 28 Şubat'ı da, 27 Nisan'ı da fazla kurcalamamak gerekir. Daha ötesini de homurdananlar var aslında. "
Hükümet de hak etmişti ama..." diyerek mazeretlerin arkasına sığınmak, o sığınaktan devşirdikleri defolu maskelerle demokrasi balosuna katılmak isteyenler de çıkıyor ortaya. Darbe gibi alçakça bir eylemi, "Onlar da aranmıştı yani..." demeye getirene söylenecek söz bellidir: "Sandık ne güne duruyordu?" Bir siyasî partiyi iktidara taşıyacak iradenin sahibi olan
halk, bir başka seçimde aynı partiyi alaşağı etme gücüne de sahiptir...
Açık söylemek gerekiyor: Bu ülkede bazı kişiler, kurumlar veya kuruluşlar,
darbecilere karşı ruhî bir yakınlık duyuyor. Baş
bakan ve bakanları idam eden bir zihniyete
destek veriyor; açıktan destek veremeyince darbeye kılıf arıyor. Bu duruş o kadar net ki, bazı kişiler, sadece cumhuriyet dönemindeki bütün askerî müdahaleleri desteklemenin de ötesinde
Osmanlı döneminin vahim olaylarını bile meşru görebiliyor, orada bile kendini taraf sayabiliyor. Mesela, Abdülaziz'in katli gayet açık bir vak'a olduğu halde Sultan hakkında uzun yıllar "
intihar etti" denmesinin arkasında da o marazî bağlılık vardır. Mesele sadece, "laik rejimi koruma" insiyakı değil çünkü. İttihat ve Terakki ile kendini
yandaş, yoldaş, candaş vs. hisseden "çağdaş" topluluklar var bu ülkede. O yüzden 1876'da Abdülaziz'in katline bile -gizliden gizliye- destek çıkma lüzumunu hissediyor birileri. Çünkü
modern cuntacılığın temellerinin atıldığı (dolayısıyla diğer vahşi Yeniçeri isyanlarından ayrılan) bir hadisedir Abdülaziz'in hal edilmesi. Harbiye öğrencileri kullanılmıştır, yurtdışı bağlantıları ve destekleri vardır, vs...
Demem o ki darbeciliğe zihnen pek hevesli, cuntacılığa ruhen ipotekli bir zihniyetle karşı karşıyayız. O zihniyete karşı "Darbenin her çeşidine hayır!" demek, her insanın boynunun borcu. Çünkü askerî güçlerin elindeki
silah ona bir maksat için ve emaneten verilmiştir. Düşmana karşı vatanı koruması gerekenlerin o silahları halka ya da halkın temsilcilerine doğrultması büyük bir suçtur. Halkın vergileriyle alınan silahların halka karşı kullanılması, hukukun askıya alınarak kaba kuvvetle ülkenin ele geçirilmesi 50 yıl sonra da olsa
hesap sorulacak vahim bir insanlık suçudur. Artık çağ dışı darbeci zihniyetin bunu anlaması şart!
Yazı dizisi ve bir garip
hırsızlık olayı
27 Mayıs'ın yıldönümü nedeniyle hazırladığımız dizi büyük yankı uyandırdı uyandırmasına da bu dizinin meçhul ve karanlık kalmış bir serüveni var; onu sizlerle paylaşmak gerekiyor sanırım.
Hafta sonu eklerimizin yayın editörü Abdullah Kılıç hem iyi bir
yönetici hem de iyi bir habercidir. Yassıada Gerçeği'ni de o hazırladı. Bir yıllık bir çalışmanın ürünüydü dizi. Yayımlayamadığımız bölümler, neşrolunan kısmın beş on katı. Bu nedenle çalışma daha kalıcı bir esere dönüştürülecek. Hazırlığı süren kitapta hem Yassıada'da çekilen yüzlerce fotoğraftan hem de daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış görüntü ve
ses kayıtlarından yapılmış seçkiler bulacaksınız...
Gelelim bu dizinin esrarengiz kalan kısmına: Abdullah Kılıç, bir senedir uğraşıyor, fotoğrafları, kayıtları, görüntüleri elde edebilmek için çalmadık kapı bırakmıyor, onlarca insanla görüşüyor. Sonunda bir hayli mesafe alıyor ve belgeleri dizüstü bilgisayarına kaydediyor. İşte tam o sırada ilginç bir hırsızlık hadisesi yaşanıyor. Arabasının arka camını kıran birileri, arka bagaja oradan ulaşıyor ve dizüstü bilgisayarı alıp kayıplara karışıyor. Arabadaki hiçbir eşyaya dokunmadan (ki alınabilecek değerde eşyalara rağmen) bilgisayarın çalınması ile Kılıç'ın o bilgileri tamamlayıp kaydetmesi arasında birkaç saat bulunmakta. Şimdi soru şu: Karşınızda adi bir hırsızlık mı var, yoksa 27 Mayıs darbesi ile ilgili hiçbir yerde yayımlanmamış belgelerden rahatsız olan birileri bir senelik emeği yok etmek mi istedi? Arabaya giriş tarzları, sadece dizüstü bilgisayarı alıp kaçmaları ve arkadan hiçbir iz bırakmadan sıvışmaları, Yassıada Gerçeği'nin ortaya çıkmasından endişe edenleri işaretliyor. Artık top güvenlik güçlerinde. Ne yapıp etsinler failleri bulsunlar; bulsunlar ki kafalarda soru işaretleri kalmasın.
Şöyle bir soru yönelttiğinizi duyuyor gibiyim: "Madem belgeler çalındı, bu dizi nasıl yayımlanabildi?" Allah'tan ki Kılıç, çalışmasının bir kopyasını hemen almış ve onu cebinde taşımıştı. Kendisini ve bu dizide ona
yardım eden herkesi tebrik ediyorum. Bir kere daha görüldü ki; gazetecilikte bilginin zati değeri hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar önemli. Zaten gazetecilik de buna deniyor...
Yargıtay suç duyurusunu yanlış yere yapıyor
Bizdeki yargının bazı zanlıları koruma güdüsünü çözümlemek adeta imkânsız. Bazıları, nedense, hep çetelerin yanında ve hatta meslektaşlarının karşısında. Üstelik kinle, nefretle... Hafta içinde yaşanan bir hadise, yargı vesayetinin ve işbirliğinin hangi boyutlara vardığını bir kere daha ispat etti.
Ergenekon sanığı
Başsavcı İlhan Cihaner'i adaletin elinden kurtarmak için bazı yargı mensupları ne
kural tanıyor ne hukuk.
Star Gazetesi'nin 29 Mayıs'ta neşrettiği fotoğraf tüyler ürpertici.
YARSAV üyesi ve aynı zamanda
savcılık yapan birileri
duruşma salonuna (yanlarına diğer Ergenekon sanıklarını da alarak) giriyor, hâkimler üzerinde
baskı kuruyor, yetkilerini aşarak
dava dosyalarını talep ediyor, bazı zanlıların
kanun karşısında hesap vermemesi için adeta kendilerini paralıyor...
Geçen haftalarda internete bazı ses kayıtları düştü. İddialara göre,
Yargıtay 8.
Ceza Dairesi üyesi
Hamdi Yaver
Aktan'la 10.
Hukuk Dairesi Başkanı Fatih Arkan arasında korkunç diyaloglar yaşanıyordu. Aktan, muhatabına Cihaner davasıyla ilgili şunları söylüyor: "
Ersan Ülker'e dedim: Bunu yaparsan Yargıtay başkanısın. Üç tane adaysınız;
Abdurrahman Yalçınkaya,
Kadir Özbek ve sen. Hepsine söyledim. Bunu yapan geçer." Bahsettiği
Ersan Ülker, Cihaner davasına bakan ilgili dairenin başkanı. Dahası, aynı sesin sahibi Yargıtay'da görülen davanın bütün sanıklarının
tahliye olacağını haber veriyor. Bu ses kayıtlarına karşı herhangi bir yalanlama gelmedi. Bazı medya grupları
CHP Genel Başkanı Deniz
Baykal için, "Çık ve buradaki kişi ben değilim, de." diye baskı yapıyor da, Ergenekon hâkimine makam ve mevki verilerek yapılan bir rüşvet konuşmasında aynı tutarlı ve kararlı tavrı gösteremiyor. Keşke sayın hâkim çıksa deseydi ki: "Bunlar gerçek dışı. Kriminal inceleme yapılsın, sesin bana ait olmadığı anlaşılacaktır."
Hâkim Bey o ses kaydına karşı sessiz kalınması üzerine haber yapan gazeteleri suçluyor. Yargıtay'ın yaklaşımı da o. Ayıp ki ne ayıp. Muhatapları, "
Hayır, biz değiliz!" dedi de biz mi yayınlamadık! Yani, ortadaki iddiaya
cevap veremeyenler, o iddiayı yazanları
hedef gösteriyor. Buna da, 'yargı bağımsızlığı' diyorlar. Ya
basın özgürlüğü? İnternete düşen ses kaydı üzerine bazı yargı mensupları hakkında suç duyusuru yapmayı gerektirir, gazeteciler için değil...
Maalesef gelişmeler, internetteki konuşmaları doğruluyor. Derin çeteleri kurtarmak için yoğun bir çaba sarf ediliyor. Üstelik bu, çoğu kez sırtına yargı cübbesini giyenler tarafından yapılmak isteniyor. Fevkalade üzücü bir durum.
Basını susturma gayretleri hem çirkin hem hukuksuz. Çıkıp hesap vermesi gerekenler baskıyla basını susturmak istiyorlarsa yanılıyor. Çünkü basının varlık nedeni karmaşık ilişkilerle yürütülen derin yapıları deşifre ederek şeffaf, denetlenebilir, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin sürdürülmesine katkıda bulunmaktır. Elindeki yetkiyi kötüye kullananlara tavsiyem, 27 Mayıs darbesinin 50. yılını hatırlamalarıdır. Salim Başol ve avanesi cuntacıların emrindeki zalimler olarak tarihe geçmişken idama mahkûm edilenler bugün rahmetle anılıyor. Çünkü en büyük ve kutsal
mahkeme bu milletin vicdanıdır. Basın milletin vicdanı olmak zorunda; tıpkı adaletin böyle bir mecburiyet içinde olması gibi...