Yasemin Çongar köşe yazılarını web sitenize ekleyin
Ahmet Türk’e
yumruk atıp burnunu kıran
saldırgan için öngörülen cezanın, Türk’ün bindiği otomobile
tekme atan saldırgan için istenen cezadan hafif olması her şeyi anlatıyor aslında.
Devlet malına zarar vermeyi, vatandaşa zarar vermekten daha büyük suç sayan bir hukukumuz var bizim.
Kendisini, vatandaşın üzerinde gören, vatandaşın ödediği vergilerle ayakta durduğunu ve işinin vatandaşa
hizmet etmek olduğunu unutmuş bir devletimiz var.
Bu düzen, vatandaş olmayı tebaa olmakla özdeşleştiren, vatandaşlığı “devlete tâbi” olmak zanneden vatandaşlar da üretti.
“Devlet benim hizmetkârımdır,” “devletin sahibi benim” ve “devlet, benim vergilerimi nasıl kullandığının hesabını bana vermekle yükümlüdür” kabullerine dayanan bir vatandaşlık bilincinin yaygınlaşıp yerleşmesi, Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşması için “olmazsa olmaz” nitelikte.
Toplum olarak “
Allah devlete zeval vermesin” demeyi bırakıp, “devlet vatandaşına zarar veremez” demeye başlamamız, bu ülkenin
demokratikleşme sürecinde nitel bir sıçramaya tekabül edecektir.
Henüz o noktada değiliz ama o noktaya yaklaşıyoruz.
CHP’nin “değişim” diye lanse edilen kurultayında, ana
yasal hak ve sorumluluklar konusuna demokratik yaklaşımı ima eden “vatandaş” kavramı yerine, devletçi ve “apolitik” bir siyasi bakışı içinde barındıran “
halk” kavramını kullanmayı yeğleyen anlayış, o noktayla aramızdaki mesafeyi belirliyorsa da; benim AKP’yi iktidarda tutan
seçmen iradesinde mündemiç olduğuna inandığım, “devlete kimin hizmetinde olması gerektiğini hatırlatma” arzusu da, bu mesafeyi
kapatma niyetimizi teyit ediyor.
Başbakan Erdoğan’ın birkaç ay önce 81 ilin valilerine hitaben yaptığı konuşmada, “Her bir valimizin vazifesi devleti milletin hizmetkârı olarak konumlandırmaktır” demesini, bu nedenle çok önemsemiştim.
Yine, 12 eylülde referanduma sunulacak olan anayasa değişikliği paketine de, özellikle “yargının
toplumsallaşmasının” yolunu açacağı; yüksek yargının “vatandaşa hükmeden” değil, “vatandaşın hakimiyetinde” olması gerektiğini hatırlattığı; “önc
e devlet” demeye alışmış bir yargı kastının, “önce
adalet” diyebilen demokrat bir yargıya yerini bırakmasını hızlandıracağı için “
evet” diyeceğim.
Ve yine aynı nedenle, Milli
İstihbarat Teşkilatı’nın başına atanan
Hakan Fidan’ın ilk işlerinden birinin, bu kurumu “iç” ve “dış” istihbaratı birbirinden ayıracak şekilde yeniden yapılandırmak olmasına, Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir aşama gözüyle bakıyorum.
MİT’in “dış istihbarat” toplayan bir örgüte dönüşmesi ve “iç istihbarat” görevini Emniyet’e devretmesi, sadece
Amerikan
tipi bir istihbarat modeline kaymak değil, aynı zamanda, devlet-vatandaş ilişkisinin yeniden tanımlanmasına katkı yapmak anlamına geliyor.
MİT’in “iç istihbarat” toplamaktan çekilmesi, “devlet, kendi vatandaşına karşı
casusluk yapmaz” ilkesinin kabulüdür bir bakıma.
Tabii, bunun hakikaten “ileri” bir adım olabilmesi için, “iç istihbarat” konusunda yetkili kılınacak güvenlik birimlerinin de, toplumun
emniyetinin gerektirdiği hallerde, vatandaşlarla ilgili gizli bir
soruşturma yürütürken, bilgi toplarken,
teknik takip yaparken
mahkeme iznine tâbi kılınması şart olacaktır.
Zira, Türkiye’de devletin kendi vatandaşı aleyhindeki yasadışı takip,
fişleme, dinleme ve karalama benzeri faaliyetlerinin, bugüne dek MİT üzerinden olduğu kadar
JİTEM ve diğer askerî istihbarat birimleri ile Emniyet üzerinden de yapıldığını biliyoruz.
Ancak görev itibariyle, casusluk yapmasına, gizli operasyonlar yürütmesine, insanları fişlemesine göz yumulan bir istihbarat örgütünün, kendi vatandaşlarının vergisiyle, kendi vatandaşlarını
hedef almaktan çıkarılması başlı başına önemli bir demokratik reform sayılmalıdır.
Bu açıdan “örnek” alındığı söylenen
Amerikan Merkezî İstihbarat Teşkilatı (CIA), Amerikan vatandaşlarının ABD içindeki etkinlikleriyle ilgili istihbarat toplamaktan yasa hükmüyle men edilmiştir.
CIA’in ABD içinde istihbarat toplamasına ise, 1981 tarihli bir
başkanlık genelgesiyle “Amerikan vatandaşlarının hedef alındığı çok istisnai durumlarda” özel izinle imkân tanınmaktadır; örneğin bir Amerikan vatandaşının “bir başka devlet hesabına casusluk yaptığı” ya da “uluslararası
terör örgütleri için çalıştığı” tesbit edilirse, CIA Amerika sınırları dahilinde de devreye girebilir ama bunun için, Başkan’ın özel direktifi şarttır; ayrıca uygulanacak istihbarat toplama yöntemleri konusunda Adalet Bakanı’nın onayının yanı sıra,
Temsilciler Meclisi ile Senato’nun İstihbarat Komiteleri’nin bilgilendirilmesi de gerekir.
MİT ise halihazırda, “vatandaşına karşı espiyonaj faaliyeti yürütmekten uzak duran bir devlet” anlayışına uzak.
“MİT’in sadece dış görevler üstlenmesi ve
yurt içinde istihbarat faaliyetini tümüyle Emniyet’e bırakması önerilerine MİT nasıl bakıyor” sorusuna, teşkilatın resmî internet sitesinde verilen ve hem “olumsuz” özü hem de söylemi açısından, bence ziyadesiyle “sorunlu” olan
yanıt, dün
akşam itibariyle, aynen şöyle başlıyordu:
“Türkiye’de iç ve dış tehditlere bir bütün olarak yaklaşılması zorunludur.”
Hakan Fidan, kendisini tanıyanlardan işittiğim kadarıyla Türkiye’de devletin demokratikleştirilmesini isteyen, MİT’te öngördüğü “yeni vizyon”u da bu istekle bütünleştiren
genç bir bürokrat.
Fidan’ın başına geçtiği kurumu “vatandaşına karşı faaliyet” yürüten bir kurum olmaktan kurtarması için, ilk iş olarak, yukarıda alıntıladığım cümledeki “iç tehdit” kavramını gözden geçirmesi gerektiğini bildiğinden, eminim.
Kendisine, bu yeni ve çok önemli görevinde başarılar diliyorum.