Elli yıl şaka değil


Terkedilmiş... Bilimkurgu filmlerindeki "nükleer savaş ya da salgın hastalık sonrası dünya" görüntülerini hatırlatıyor. Hani yarısı yıkılmış binalar, ot bitmiş kaldırım dipleri, yolun ortasına bırakılmış ve paslanmış arabalar falan... Onun gibi. Bomboş ve sessiz. Beton zeminde yer yer lekeler, şüpheli su birikintileri, belki de işemişlerdir. Duvarı boydan boya geçen bir havalandırma borusu, bütün bilimkurgu filmlerinin "olmazsa olmaz" dekor parçası... "Adalet Mülkün Temelidir" yazmıyor artık duvarda. Atatürk sureti de yok. Onun yerine birisi "kandan tasarruf..." diye başlayan bir şey yazmış, o da silinmiş, okunmuyor. Havalandırma borusunun altında, ortada, tam Salim Başol'un kellesine gelen noktada bir yazı daha: "Siyaset meydanı eksantrik"... Evet, orası bir hukuk meydanı değil bir siyaset meydanıydı ama kelimenin Osmanlıca anlamıyla. Orada insanları "siyaset ediyorlardı"... Kürsü yok. Hiçbir şey kalmamış. Başsavcı Altay Ömer Egesel'in ve annemin arkadaşı Ülkü teyzenin kocası savcı Niyazi Amca'nın oturdukları savcılar kürsüsü de yok. İddia makamını "şeklen" bile ayırmaya gerek görmemişler, yargıçların hemen önüne oturtmuşlardı. Belgesel filmlerde görmüşsünüzdür. Gazeteci ve izleyici sıraları bomboş. Tövbe, sıraların arkasına gelen duvar parçasına birisi "no pasaran" yazmış... Geçemeyecekler! Oysa geçtiler. Han pasado... Deldiler de geçtiler. Üç kişi öldürdüler. Yönetmen olsaydım, bu görüntüleri bir süre sessiz izletir, sonra bomboş ve terkedilmiş o spor salonunda Salim Başol'un sözlerini "dış ses" yapardım tabii: "Sanıklar getirildiler... Bağlı olmayarak yerlerini aldılar... Müdafiler haaazır..." "Hazır" değil, "haaazır"... Çok şaşırmış, babama sormuştum: Niçin "bağlı olmayarak" getiriliyorlar? "Kelepçelerini çıkarıyorlar" demişti babam. Ailelerinden de yeme içme masrafı olarak beş yüz lira alırlarmış... Bunu bilmiyorduk. Beş yüz lira çok paraydı. Benim haftalık harçlığım iki buçuk lira. "Prostat muayenesi yapacağız" diye gelip gelip Menderes'e parmak attıklarını da bilmiyorduk. Babam bilseydi de bana söylemezdi, çocuktum daha. Elli yıl önce 27 Mayıs Cuma günü sıcak, yemyeşil bir gündü. O günlerde bir yandan harıl harıl yeni çıkmış yemyeşil çakal eriği yiyor (hayır, tuza banmayı sevmem), bir yandan Büyük Ateş mecmuasından (dergisinden değil, mecmuasından) çizgi roman kahramanı Garth'ın serüvenlerini izliyordum. Bir de Çağlayan Yayınları'nın "Yeni Dünyalardan" dizisinden "Seyyareler Çarpışıyor"u okuyordum tabii: "Disrüptör, fezanın bizzat kendisini imha eden müthiş bir silahtır. Lakin kullanırken çok dikkatli olmak gerekir. Altı istikamet müşiri tam intibak arz etmezse felaket hasıl olur!" Dolmabahçe'den özel bir vapur kalkardı Yassıada'ya.. Özel davetiyeyle gidilirdi. Davetiyeler aslanın ağzındaydı. Teyzem bir şirkette sekreterlik yapıyordu, patronun kıyağıyla bir tek davetiye bulabilmiş, aramızda bir tek o gidip "düşüklerin" ya da "sabıkların" canlısını görebilmişti... Son bir kez onları canlı olarak görebilmek... Herkesin derdi buydu. Öldürüleceklerine "muhakkak" gözüyle bakılıyordu. Ben de yıllar sonra Menderes'in kemiklerini görebildim, naylon torbaya koymuşlar, İmralı'dan anıt mezarına götürüyorlardı. Darbeye çanak tutan, kışkırtan, "darbenin ne yanındayız ne karşısında" diye demeçler veren, sonra da "asmayın onları, kahraman olurlar" diye timsah gözyaşları döken tarihi şahsiyetlerle yollarımız çoktan ayrılmıştı... Asla birleşmeyecektir.
<< Önceki Haber Elli yıl şaka değil Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER