Eski nizamdan beslenen bazı güçler,
Türkiye'nin bir dünya devleti olmasını istemiyor; onu
küçük ve ideolojik
kavgaların içinde boğmak istiyor. Bu saatten sonra bu mümkün mü? Tabii ki hayır. Çünkü Türkiye'nin ufukları zorlamasının sebebi halkın bizzat kendisi. Ondaki bu iç dinamizm herkesi değişime zorluyor; daha da zorlayacak.
Bir grup meslektaşımızla
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın
Atina gezisindeydik. Önemli bir resmî ziyarete şahitlik ettik. Türkiye aylardır yürüttüğü diplomatik çalışmanın neticesini almak için 10 bakanla katıldı seyahate. Eğitimden enerjiye kadar uzanan pek çok değişik alanda yürütülen çalışmaların, iki
ülke ilişkilerinde yeni bir sayfa açtığında kuşku yok. 320 kişilik
işadamı grubumuz da
Yunanistan'a gelmişti. İki ülke arasındaki gerginliğin azalması,
ekonomik alanda yeni imkânlar ve fırsatların doğmasına neden olmuştu.
İki ülke başbakanının basın huzuruna çıkarak yaptığı tarihî toplantı, gelinen yeni noktayı yeterince gösteriyordu. Aslında bu tabloya son dönemde sık sık rastlıyoruz. Türkiye'nin uluslararası dengelerde rolü artıyor. Mesela
Rusya Devlet Başkanı hafta içinde Türkiye'de önemli bir ziyaret yaptı. Soğuk savaş döneminde sürekli tehdit olarak görülen Rusya ile bu kadar yakın olmak kısa bir süre öncesine kadar hayal bile edilmezdi.
Suriye,
İran ve
Irak gibi ülkelerle ilişkiler daha önce hiç olmadığı kadar pozitif hale geldi. Türkiye sorun üreten ülke olmaktan çıktı, sorun çözen bir ülke konumuna yükseldi. Bütün bunlar yaşanırken Türkiye'nin ABD ve Batı ile ilişkilerini hep üst düzeyde tuttuğu da ortada.
Yunanistan gezisi dış politikamızın genel yaklaşımının bir parçası. Diğer komşularımızla olduğu gibi Yunanistan'la da kavga ve gerilim istenmiyor. Ticari ve kültürel münasebetlerin ilerlemesiyle elde edilecek karşılıklı güvenin siyasi yansımalarının da olacağı düşünülüyor. Yunanistan şimdi çok büyük bir ekonomik
kriz yaşıyor. Bu olumsuz durum, ilişkilerin daha iyi hale getirilmesi için tarihî bir fırsat oluşturabilir. Zaten, Yunanistan Başbakanı basın toplantısında samimi ve cesur açıklamalarda bulundu. Zaman zaman iki ülkeyi karşı karşıya getiren hava sahaları ve orada yükselen
tansiyon için 'Korkuyoruz!' denmesi samimi bir yaklaşımdı. Ortaya çıkan manzaraya bakınca müzminleşmiş bazı problemlerin çözülebileceğine dair umutlar artıyor.
Gezinin bir bölümünde, Yunanistan Başbakanı
Yorgo Papandreu ile bir araya geldik.
Anadolu Ajansı'nın da katıldığı görüşme çaylı-kahveli ve tabii ki bol sorulu bir sohbete dönüştü. Papandreu, açık görüşlü bir devlet adamı. Makul konuşuyor. Sorular da makul aslında; en azından kışkırtıcı ya da kompleksli değil. Biz Yunan Başbakanı ile
röportaj yaparken 13 kişiden oluşan Yunanlı
gazeteci grubu da Başbakan Erdoğan'a sorular yöneltiyordu. Bizim mülakatta her şey soruldu, hemen her soruya da
cevap verildi. Belli bir
soğukkanlılık vardı toplantıda. Görüşmeden çıktıktan sonra Yunanlı gazetecilerin bir hayli gergin olduğunu ve kahvaltının bir aralık tartışmalı geçtiğini öğrendik. Bunun ilk işaret fişeği iki başbakanın yaptığı toplantıda görülmüştü zaten. Yunanlı gazeteci (üstelik devlet ajansı muhabiri)
militan gibi soru sormuştu toplantıda. Neyse ki gerilimi tırmandırmaya çalışan sorulara iki lider soğukkanlılıkla yaklaşmıştı.
Türkiye büyük bir ülke. Üstelik çok da
seri hareket edebiliyor. Bu nedenle her geçen gün etkisini artırıyor; bazı problemlere takılıp kalmıyor. Madalyonun bu yüzündeki parıltı, iç
siyasetteki huşûnet yüzünden bazen gölgede kalıyor. Mesela ana
yasa değişikliği gibi hayati bir konu partizanlığın kısır çatışmalarına feda edilebiliyor.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK), yasa değişikliğine rağmen
referandumu 60 gün değil 120 gün sonraya erteledi. Niçin? 4 aylık bir süre elde ederek
Anayasa Mahkemesi (AYM) referandumu yaptırmasın diye. Böyle
ucuz kanun yorumu olur mu? Anamuhalefet partisi
CHP, referandum olmasın diye, yani halkın tercihi ortaya çıkmasın diye, AYM'yi tepe tepe kullanıyor. Sandık
kaçırma operasyonu bu. Halka güvenmemek bu. Halkın iradesine yargı yoluyla haciz koymak bu... Bütün bunlar olurken üst yargı harekete geçiyor ve Erzincan'daki
Ergenekon zanlılarını
kurtarma operasyonu başlatılıyor. Bazı kişileri hukukî süreç içinde
hesap vermekten kurtarmak için bazı yargı mensupları Ali
Cengiz oyunu oynuyor. Olacak şey mi bu? Türkiye dışarıda devleşirken içeride hâlâ kendi gölgesiyle uğraşıyor. Eski nizamdan beslenen bazı güçler, Türkiye'nin bir dünya devleti olmasını istemiyor; onu küçük ve ideolojik kavgaların içinde boğmak istiyor. Bu saatten sonra bu mümkün mü? Tabii ki hayır. Çünkü Türkiye'nin ufukları zorlamasının sebebi halkın bizzat kendisi. Ondaki bu iç dinamizm herkesi değişime zorluyor; daha da zorlayacak. Bu ülke kanatlanıp uçmak isterken kendi ayakbağına takılıp kalıyor. Keşke bunu bir an önce aşıp dünya devlerinin yanında yer alabilse...
Gazeteci kitaplarının odağında da asker var
Asker-
sivil ilişkisinin bu kadar yaygın tartışılması sadece gazete sayfalarına yansımıyor.
Kitapların da ana konusu bu kritik ilişkiyi
analiz ediyor. Doğal bir süreç bu. Çünkü bu ülkenin normalleşme süreci asker-sivil münasebetlerinin demokrasinin evrensel standartlarına çekilmesiyle mümkün. Aksi takdirde (ve dünyanın genel seyrinin tersine) Türk demokrasisi daima
vesayet altında olacak, başta
Meclis olmak üzere bütün demokratik kurumlar çadır tiyatrosunu andıran bir görüntü içinde kalacak.
Üç önemli kalemden üç önemli eseri bu sütuna taşımakta fayda görüyorum. Hasan
Cemal'in 'Türkiye'nin Asker Sorunu' kitabı temel bir felsefeye dayanıyor. Kitap açıkça diyor ki, "Ey asker, siyasete karışma!" Bu boşuna yapılmış bir
çağrı değil; öteden beri "silahlı güçler", halkın iradesine gölge düşürecek işler yapıyor. Bu tür müdahaleler belli dönemlerde çok da yadırganmıyordu. Zaten tarih boyu süren bir darbecilik geleneği de bulunmakta. Ancak, dünyanın geldiği bugünkü nokta cuntacılığın insanlık dışı bir
eylem olduğunu net bir biçimde açığa çıkardı. Darbeciler her ülkede tek tek bulunuyor, yargılanıyor. Ayrıca
modern devlet kurgusunda asker, hukukî çerçevede denetlenebilir, sorgulanabilir, hesaba çekilebilir hâle geldi.
Hasan Cemal tam bu noktada bir duruş sergiliyor: Aydın duruşu. Önce askerin demokrasiye doğrudan müdahalesini anlatıyor uzun uzun; sonra da tavrını ortaya koyuyor, "Çek elini siyasetten!" diyor. Bu, demokrasiye inanan herkesin ortak çağrısıdır. Üstelik ordunun saygınlığını koruması da buna bağlıdır; zira kışladan çıkıp siyasete bulaşan rütbeliler hem halkına zarar veriyor hem kahramanlıklarıyla iftihar edip bağrımıza bastığımız askerimize. 28
Şubat dönemine de değinen Hasan Cemal, bazılarının diline doladığı kendi duruşuyla ilgili de önemli bir özeleştiri yapıyor. O dönemde asker yanlısı görünen tutumu için kendince duruşunu sorguluyor. Cemal'in kitabı, demokratik bilincin yaygınlaşması adına çok önemli bir eser...
Fikret Bila'nın son dönemde yaptığı bazı röportajlar hem çok ses getirdi, hem de tarihe ışık tutacak bir
arşiv belgesine dönüştü. Üst düzey askerî yetkililerle yapılan görüşmeler, askerî mantığın deşifresi adına da önemli. Bila'nın konuştuğu komutanlar, kritik dönemlerde görev yapan simalar:
Hilmi Özkök,
Yaşar Büyükanıt, Kenan
Evren,
Aytaç Yalman,
Necati Özgen ve
İlker Başbuğ. Bu isimler, hem üst düzey rütbeliler olarak askerî mantığı bir dönem temsil etmişler, hem de
terörle mücadele gibi önemli bir meselede muhatap olmuşlar, kendilerince stratejiler geliştirmişler ve tatbik etmişler. Yayımlandığı günlerde herkesin dikkatini çeken ve hakkında onlarca
makale yazılan röportajların kitaba dönüştürülmesi o mülakatları kalıcı ve kaynak eserler haline getirdi. Laiklik meselesine askerin bakış açısından,
Kürt sorununda yürütülen (yapılan yanlışlar dâhil) politikalara kadar pek çok konuda ipucu veriyor 'Komutanlar Cephesi'.
Mümtaz'er Türköne'yi tanıyorsunuz. Yazdığı yazıların arkasındaki siyaset bilimine vukufiyeti gayet iyi biliyorsunuz. Mümtaz'er Hoca, sık sık asker-sivil ilişkilerindeki yanlışları gündeme getiriyor. "Askerleri yakından tanıyorum" diyor. Haklı. O, bir asker çocuğu. Ayrıca asker-sivil ilişkisine dair hem tecrübeleri var hem
okuma birikimleri. 'Sözde Askerler' kitabı Hoca'nın Zaman'da yayımlanan makalelerinden yapılmış bir derleme değil. Türköne'nin o makalelerde de dile getirdiği fikirler, makale hudutlarına sığmayan derinliğiyle kitaba dönüştürülmüş. Kitap, asker düşmanlığı yapmıyor. Tam aksine askerin saygınlığını koruması adına önemli mesajlar veriyor. "İç tehdit", "iç düşman" gibi kavramların cuntacıların elinde kötüye kullanıldığını ve artık bu kötü alışkanlıklardan vazgeçilmesi gerektiği söyleniyor.
Ergenekon davası,
Bülent Arınç'a suikast girişimi gibi güncel olaylara değinirken hadiselerin felsefî ve tarihî şuur altına da temas ediliyor. Yani, bir yanda aktüel konulardan hareket ediyor kitap, diğer yandan siyaset tarihinin unutulmaz virajlarından.
Nice yıllar Cihan
Cihan Haber Ajansı'nın 18.
doğum yıldönümünü hafta içinde kutladık. Yapılan programa
Basından Sorumlu
Devlet Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da katıldı.
Medya dünyasının önemli temsilcileri de Cihan'ın sevincine ortak oldu. Hemen her medya grubunun Cihan'a gösterdiği teveccüh boşuna değil. Haber nerede varsa, Cihan orada çünkü. Yazılı haberler veriyor, görüntülü haberlerde öncülük yapıyor, muhteşem ve güncel bir fotoğraf arşivi bulunuyor, haber grafiği konusunda iyi bir kadro çalıştırıyor... Bu nedenle Cihan'a abone olmayan TV kanalı yok neredeyse. Uluslararası haber ajanslarının çok yakından bildiği ve ortak çalışmalar yaptığı Cihan, bu yönüyle Türkiye'nin önemli bir medya markası haline geldi. Seçim gecelerinde verdiği
hizmet herkesin ayakta alkışladığı, muhteşem bir başarı öyküsü...
Gecesini gündüzüne katarak haber peşinde koşan Cihan Haber Ajansı'na nice yıllar diliyor, başarılarının devamını temenni ediyorum...