Önce sanatın hakkını verelim: Bir
sanatçının elinden geçen her varlık aslından uzaklaşır; ayıklanır ve yeni bir hüviyetle karşımıza çıkar.
"Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk" ve "Katre-i Matem"in yazarı
İskender Pala, hayalî kahramanları değil de kendi yaşadıklarını konu edince tam tersine tahrif edilmiş bir dönem, en katıksız gerçek haline rücû ediyor. Olan-bitenler en yalın, en derin ve en can acıtan biçimiyle, üstelik sanatçı hassasiyetiyle önünüze konuyor. Edebî kudret, ağır bir çekiç halinde kristal vazonun üzerinde ustalıkla iş görüyor. Kafanıza inen
darbelerin canınızı acıtmaması bu yüzden. Bir dönemin hikâyesi, sanatçıya özgü saflık ve dürüstlük ile hassas bir vicdanın arasında yeniden hayat buluyor. Bütün ideolojik keskinliklerin ve siyasî bağnazlıkların inanıp teslim olmaktan başka çaresi kalmıyor.
İskender Pala, gençlere divan edebiyatını sevdiren adam. Edebiyatımızın, sadece eskilerde kalmış
estetik bir haz değil, hayata ve eşyaya kendi içinde zengin bir yelpaze oluşturan farklı bir bakış olduğunu yeni nesiller Pala ile kavradı. Bir beytin iç içe geçmiş farklı metaforlarını kavrayınca, dilden düşünceye ve oradan da hayatı bir sanat gibi yaşamaya açılan kapıların önünde duruyorsunuz. Kapıyı açınca hayatın kendisi yeni ve zengin bir çehre ile karşınıza çıkıyor.
"İki darbe arasında", bu zengin adamın kabına sığmayan zekâsının ve yaratıcılığının
demir bir cendere içine sıkıştırıldığı
cehennem hayatının hikâyesi. Tıpkı
Türkiye gibi. Darbeler Türkiye'ye yapılmış haksızlıklar. Yüzyılların biriktirdiği bir zenginlikle, kabına sığmayan üstelik asil bir
toplum, vandalca bir saldırıya maruz kalıyor. Bu zulmü anlatmak için tek başına İskender Pala'nın yaşadıkları kâfi.
Toplum olarak yaşadıklarımızın İskender Pala'nın hayatındaki özeti:
Yetenek mi? "Kural dışı." Emek mi, çalışma mı? "Mutlaka cezalandırılmalı." Dürüstlük mü? "Beridekine ahlâksız mı diyorsun?" İktidar mı? "Sadece cahillerin elinde olmalı?" İlerleme ve gelişme mi? "Statüm değişir mi, elimdeki güce etkisi var mı?" Biz, bu cevapların hepsine "darbecilik" adını veriyoruz.
Bir devlet kendi evlatlarına karşı nasıl bu kadar kıyıcı, nasıl bu kadar acımasız olabilir? Bu sorunun yanlış olduğunu, Pala'nın yaşadıkları anlatıyor. Sevgisiz, acımasız ve zalim olan devlet değil, kendi
iktidarını ilan eden
bürokrasi. Bir de elinde
silah varsa, bürokrat kapısından içeri girmeye izin verdiğinizde elindeki
balta bir gül bahçesini tarumar eden bir ruh hastasına dönüşüyor.
Vatan sevgisi mi? İskender Pala'da zirvesine çıkıyor; üstelik bedii bir güç kazanıyor. Milletini yüceltme arzusu mu? Daha çoğunu kim isteyebilir? Devletine ve
ülkesine bağlılık mı? Daha derinini kim anlatabilir? Bu ülkenin, bu milletin, bu devletin tarihine ve hazinelerine sahip çıkmak mı? Daha fazla emeği kim verebilir? Karşılığı? Bir insanın onurunu ve hayatını sona erdirme kastı.
Yüksek
Askerî Şûra kararları ile bugüne kadar üç bin
subay-
astsubay ordudan atılmış. Ordudan atılanların başka bir işe girmesini engell
emek için her
tedbir alınmış; adeta
ölüme terk edilmişler. İskender Pala, bu üç bin kişi arasında yaşadıklarını ifade edebilecek kabiliyete ve yeni bir hayat kuracak kudrete malik bir istisna. Gerisini siz düşünün.
İskender Pala'nın "İki darbe arasında" yaşadıkları, darbecileri yakından tanımamıza, ne tür bir akıldışılığın darbecilerin dünyasına
egemen olduğunu fark etmemize fırsat veriyor. Bu akıldışılık, kendisine verilen görevi bir güce ve oradan iktidar fırsatına dönüştüren cüretin dayandığı cehaleti anlatıyor. Başka bürokratik kurumlarda karşınıza çıkacak istismarlar, suistimaller silahlı bürokrasinin eline geçince, bütün ülke İskender Pala'nın hayatını yaşamaya başlıyor.
Bu hayatta öyle bir sahicilik var ki, hiç tereddütsüz hepimize "ben şahidim" demek düşüyor.