Dünkü
gündeme farklı bir yöntem uygulayarak baktım: İki adım geri çekildim... Konular neydi? Dünyada neredeyse
işçi sınıfı bitiyor, biz 1 Mayıs’ı Taksim’de
kutlama noktasında uzlaştığımız için sevinçliyiz.
Büyük bir depreme neden olan Ahmet Türk’e atılan
yumruk ve hala çözmediğimiz
Kürt Sorunu...
Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisinin odağındaki 1915
Ermeni Tehciri ve neredeyse tek yandaşı kaldığımız
İran Rejimi’nin nükleer
bomba sorunu...
Kısacası adeta yüz yıldır dondurulmuş gibi duran gündem maddeleri...
Kemalist bir Cumhuriyet’ten demokratik bir Cumhuriyet’e geçemediğimiz için, kendi izimize düşmüş bir şekilde, çerden çöpten konularla yitirdiğimiz hayat...
***
Hâlbuki bunları çoktan aşabilirdik...
Üstelik çok yakın bir zaman önce elde etiğimiz bir imkânı iyi kullanarak...
Yedi yıl öncesine dönmek istiyorum...
Yedi yıl önce bugün, 14
Nisan’da Lüksemburg’da yapılan
Türkiye-AB Ortaklığı Komitesi’nde, 2003 yılı sonuna kadar siyasi kriterlerin yerine getirilmesi, 2004 yılında da uygulamalardan doğacak pürüzlerin aşılması kaydıyla, 2005 yılının ilk yarısında “tam üyelik müzakerelerinin” başlayacağı beyan edilmişti...
Müzakere sürecini ne kadar iyi kullandık ya da kullanıyoruz?
Dünkü gündem maddeleri hala nelerle uğraştığımızı çok somut bir şekilde anlatıyordu...
AB sürecini tamamlamış bir ülkenin gündemi muhakkak ki çok daha nitelikli bir listeden oluşacaktı...
Yedi yıl önce 28 Nisan 2003 yılında “AB tarih veriyor, duyuyor musunuz” başlıklı yazım aslında süreçle ilgili her türlü soruya
cevap verilecek nitelikte:
“İsmet Paşa’nın bir lafı var, ‘Türklere git öl dersin, ölürler ama otuz gün kuyudan su çek dersen, çekmezler’ diyor...
Türkiye’nin zenginleşmek ve özgürleşmek için tek umudu haline dönüşen AB tam üyeliğini yakalamak, ölerek yırtınmayı değil, otuz gün su çekmeyi gerektiriyor.
Avrupa’nın Ankara’ya tam üyelik müzakereleri için tarih verdiğine dair CNNTürk haberi ne yazık ki pek yankılanmadı. Sadece bir tek gazetenin ilk sayfasında yer aldı.
Hâlbuki AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Temsilcisi
Günter Verheugen, ardındaki siyasi iradenin yol vermesiyle, 14 Nisan’da Lüksemburg’da yapılan Türkiye-AB Ortaklığı Komitesi’nde, 2003 yılı sonuna kadar siyasi kriterlerin yerine getirilmesi, 2004 yılında da uygulamalardan doğacak pürüzlerin aşılması kaydıyla, 2005 yılının ilk yarısında “tam üyelik müzakerelerinin” başlayacağını beyan etti.
Bu en kötümser tahmin ile 2011 yılında AB üyesi olmamız demek. En kötümser diyorum, çünkü müzakerelerin başlaması halinde, ele alınacak otuz bir konunun çoğunda Türkiye istenenleri tamamlamış durumda.
MGK Genel Sekreteri’nin Belçika’da yaptığı resmi konuşmadaki ‘AB karşıtlığı’, devletin içindeki etkili bir kesimin bunu istemediğini ispatlıyor.
Ama eğer Türk halkı kendi geleceğini AB üyeliğinde görüyorsa, gelişmelere sahip çıkmanın tam zamanı.
***
Bütün işaretler, AB’nin tam üyelik için ürettiği ‘yol haritasını’ başarıyla izlememiz halinde, müzakerelerin, 2005’in ilk yarısında başlayacağı yolunda. Hatta
Almanya ile birlikte etkin güç konumundaki Fransa’nın bu yönde daha da keskin bir irade beyan edeceği de anlaşılmakta... Sorun, Ankara’nın bunu gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği ve bürokrasinin çıkarılan yasalara uyum sağlayıp sağlayamayacağı...
AB’nin bize söylediği çok açık, ‘2003 sonuna kadar uyum yasalarını çıkarın. 2004 yılı boyunca da uygulamadaki dirençleri temizleyin ve müzakereleri başlatın...’
***
Başta
Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve AB Genel Sekreterliği bürokrasisi olmak üzere birçok insanın tam üyelik için üzerlerine düşeni yerine getirmek amacıyla canla başla çalışmakta olduğunu biliyoruz.
Ama bizim devlet, gerçek bir devlet gibi, bütün uzuvları aynı beyinden komut alan bir devlet değil...
Örneğin, AB üyeliğinin bir devlet ve hükümet politikası olduğunun söylenmesine karşın, buna açıkça muhalefet eden bir MGK Genel Sekreteri olabiliyor. Bu nedenle, sürece taş koymaları da izliyoruz.
Uyum yasalarının Meclis’ten geçirilmesi sorunsuz gerçekleşiyor ama uyum yasalarının uygulanmasında bürokrasinin hala inanılmaz bir bağnazlık içinde olduğu görülüyor.
Hâlbuki
Kopenhag Kriterleri’nin yasalaştırılması kadar uygulanması da önemli. Uygulanmayan bir yasanın zaten ne yararı var ki.
***
AB süreci çok yaklaştı. Derin devletin tüm anti-propagandasına rağmen bu süreç bir atımlık mesafede. Yeter ki, Türk halkı zenginleşmenin ve özgürleşmenin tek umudu olan bu sürece sahip çıksın...
Kıbrıs’taki gibi
Bizans entrikalarıyla bıçaklatmasın.
Bu yapıldığı takdirde, ‘kara göründü’ diye bağırabiliriz...”
***
Karaya doğru gitsek de, gerekeni daha ilkeli ve sistemli yapmadığımız için, hala “kara göründü” diye bağıramıyoruz...
Ve dön dolaş aynı konularla
yaşam yitirmeye devam ediyoruz...
Hâlbuki...
Ölmek yerine kuyudan su çeksek iş bitecek...