Radyo ve
Televizyonların
Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkındaki Kanun Tasarısı taslağı”
Devlet Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç ve
RTÜK Başkanı Prof. Dr.
Davut Dursun tarafından düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuna duyuruldu.
Taslağın dört yıllık bir çalışma ürünü olduğu da basında çıkan haberler arasında.
Televizyonun hepimizin yaşamında işgal ettiği (olumsuz anlamda kullanmıyorum) yer malum olduğundan bu
kanun tasarısının biraz üzerinde durmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Tasarıda düzenlenen çok sayıda konu var; yayın lisanslarından, sayısal yayıncılığa geçişe, medya sahipliğinden
elektronik haberleşme konusuna, TRT’den öz denetim hükümlerine,
rating sisteminden
cevap hakkına, reklam paylarından
yerli yapımlara kadar çok sayıda alanda
düzenleme öngörülüyor.
Konuların hepsi önemli ama bunlardan bir tanesi kanımca ülkemizin daha
rekabetçi ve daha özgür bir televizyon yayıncılığı açısından daha da önemli.
Bu konu medya sahipliği ve
yabancı sermayenin düzenlenmesi.
Yeni
kanun tasarısıyla
radyo ve TV sahibi olmayla ilgili sınırlamalar değiştiriliyor, yayın kuruluşlarındaki yabancı sermaye pay
tavanı yüzde 25’den yüzde 50’ye çıkarılıyor.
Bu değişiklik bile kendi içinde olumlu ama radyo ve televizyon sahipliğinde yabancı sermaye payına bir biçimde ve bir oranda tavan getirmenin mantığının da tartışılması gerekiyor.
Radyo ve televizyon yayıncılığı
sektöründe daha rekabetçi, daha dinamik ve daha nitelikli bir sektör yaratmak için söz konusu sektörde yabancı sermayenin pay sahipliğinin yüzde yüze kadar serbestleştirilmesini çok uzun bir süredir bir gereklilik olarak görmekteyim.
Bir pay sahipliği tavanı arayışının mantığını anlamakta da zorlanıyorum.
Televizyonlarda ve radyolarda neden yabancı sermayeye ısrarla bir tavan arayışı sürdürülüyor?
Şayet, televizyon ya da radyo
sahibi yabancı sermaye
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na, devletin altında imzası olan uluslararası antlaşmalara, kanunlara aykırı bir yayıncılık ilkesi benimserse ülkede savcılar var, yargıçlar var, RTÜK var gereken kolayca yapılabilir.
Şayet yayıncılık sektörüne yatırım yapan, bir kanalın yüzde yüz sahipliğini elde eden yabancı sermaye başka bir devletin Türkiye aleyhine bir
manipülasyonuna alet edilir ise, ülkemizin çok köklü bir Milli
İstihbarat teşkilatı var, herhalde bu milli teşkilat bu manipülasyon arayışlarından haberdar olur v
e devletin ilgili kurumlarını bilgilendirir ve gereken yine kolayca yapılır.
Yok şayet bu yüzde yüz yabancı sermaye payı meselesine sektör içinde zaten mevcut yerli sermayeden rekabet ve düzey açısından yarışabilme endişeleriyle engel çıkartılıyorsa bu gerekçenin de zerre kadar cididye alınmaması ve ellerin tersiyle itilmesi gerekmektedir.
Benim sezebildiğim kadarıyla bu yabancı sermayeye radyo ve televizyon sahipliğinde tavan koyma merakı köhnemiş bir inancın, eskimiş bir anlayışın, temelsiz bir sözde ulusalcılığın ürünüdür.
Ve biraz da nitelikli yabancı sermaye ile rekabet korkusundan.
TBMM’nin bu anlayışlara teslim olmamasını diliyorum.
Yazıyı bitirmeden bir de başka bir konuda hatırlatma yapmak istiyorum; iki ay önce ABD Kongresi’nden geçen bir kanun ABD televizyonlarında olağan yayından reklam kuşağına geçildiğinde televizyonun sesinin bir anda yükselmesini yasaklayan bir hüküm getirdi.
Aynı düzenlemenin bizde de yapılmasını gerçekten çok isterim; maç izliyorsunuz, film ya da dizi izliyorsunuz, haber kuşağı izliyorsunuz, televizyonunuzun belirli bir ses volümü var, reklam kuşağı giriyor ve televizyonunuzun sesi bir anda ikiye katlanıyor, neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz.
Bu saçma ve izleyiciyi çok rahatsız edici uygulamanın da yasaklanmasını talep ediyoruz.
ABD Kongresi’nin ABD vatandaşlarına sağladığı bu konforu umarım TBMM de bize sağlar.