Almanya
Başbakanı
Angela Merkel ile Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan arasında Merkel’in ziyareti öncesinde
Almanya’da yaşayan Türklerin eğitimi konusunda sert bir
tartışma yaşandı. Merkel, Almanya’da eğitim dili
Türkçe olan okulların açılması önerisine, “Bu fikir bizi ileriye götürmez, çünkü temelde Türk kökenli çocuklar ve
gençler bizde Alman okullarına gitmeli. Buradaki Türk çocuklarının Türk lisesine gitme fikrini benimsemiyorum” cevabını vermişti.
Bu cevaba sinirlenen Erdoğan ise, “
Türkiye şamar oğlanı mı? Türkiye’de Almanca eğitim yapan okullar var. Biz rahatız.
Üniversite talebinde bulundular. Beykoz’da 120 dönüm fidanlık yeri veriyoruz. Merkel’den bu yaklaşımı hiç beklemezdim. Merkel’e bu düşüncelerimi ileteceğim” demişti.
Merkel’in ‘Türkçe eğitim yapan okullar’ itirazının arkasındaki temel gerekçe, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli insanların, Almanya’ya uyumları sırasında gözlemlenen sıkıntı. Almanya’daki milyonlarca Türkiye kökenli insanın önemli bir bölümü, doğru dürüst Almanca konuşamıyor, gündelik hayatın dışına itiliyor, mesleksiz, uyumsuz bir şekilde yaşamak zorunda kalıyor.
Almanca sorunu, belli bir yaştan sonra Almanya’ya giden Türkiye kökenli insanların en temel sorunu. Alman toplumuna entegre olunamamasının ve içe kapanmanın temel nedenini oluşturan bu sorunu, sadece birinci kuşaklar değil ikinci, hatta üçüncü kuşakların bile yoğun olarak yaşadıkları görülüyor. Geleceği belirsiz, uyumsuz kuşaklar yetişiyor.
Aynı sıkıntılar Türkiye kökenli insanların yoğun olarak yaşadığı
Fransa,
Belçika,
İngiltere,
Avusturya,
Hollanda,
Danimarka,
İsveç,
Norveç gibi bir çok ülkede de yaşanıyor. Merkel’in itirazının (ona katılsanız da katılmasınız da) ciddi bir sosyolojik temelinin olduğunu tespit etmek zor değil.
***
Ziyaretin ardından yapılan ilk açıklamada, Merkel’in bu konuya daha yumuşak yaklaşmaya karar verdiği ortaya çıktı. Türkiye’de Alman okulları olduğu gibi Almanya’da da Türk okullarının kurulmasının
doğal olduğunu ifade eden Merkel, Almanca bilmeden Almanya’da yaşamanın anlamsızlığına dikkat çekmekten de vazgeçmedi.
Almanların ülkemizde okul kurup, kendi dillerini öğretip, sıra kendilerine gelince Türklerin okul açmalarına izin vermemelerini onaylamak mümkün değil. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, ‘şamar oğlanı mıyız’ şeklindeki tepkisi, bu açıdan bakıldığında, belirli bir temele dayanan bir tepki olarak değerlendirilebilir.
Bununla birlikte, konuyu sadece bu cepheden değerlendirmek yeterli değil. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenliler, Türkler ve
Kürtler, çocuklarına anadillerini öğretmek konusunda birtakım haklara sahipler. Alman okullarında, velilerin başvurusu üzerine ve bu başvurunun makul bir sayıda olması halinde, Türkçe ve
Kürtçe eğitim verilebiliyor. Alman devleti, Almanya’da yaşayan
Kürtlerin ve Türklerin -ki Alman vatandaşı olup olmamak da bu noktada bir kriter olarak alınmıyor- çocuklarına anadillerini öğrenmeleri için olanak sağlıyor. Türkçe ve
Kürtçe eğitim veren öğretmenlerin maaşlarını Alman hükümeti ödüyor.
Türkiye’de Kürtlerin, (yani
Anadolu topraklarında binlerce yıldır yaşayan bir milletin) çocuklarına anadillerini öğretmelerinin
yasak olması (bir süredir Kürtçe öğrenme/öğretme yasağı kâğıt üstünde kalkmış durumda, ama devlet hala Kürtlerin anadillerini öğrenip geliştirmeleri konusunda yapıcı bir tutum sergilemiyor, tam tersine işi yokuşa süren yaklaşımlar gözlemleniyor) ise yaşanan polemiğe ayrı bir ironi katıyor. Tüm dünyanın bildiği bu gerçeği hiç şüphesiz Merkel de biliyor.
‘Açılım’ tartışmalarının, girişimlerinin yapıldığı şu günlerde bile bu alanda köklü bir anlayış değişimi göremiyoruz. Örneğin,
Mardin Üniversitesi’nde kurulması planlanan Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü de, son dakikada, RTÜK’ün müdahalesiyle ‘yaşayan diller enstitüsü’ne çevrildi.
Hâlâ bu ülkede Kürtçe metinler yazdıkları gerekçesiyle belediye başkanları görevden alınabiliyor, insanlar ana dillerini kullanma istekleri nedeniyle baskılara uğrayabiliyor. Kürtler bu ülkeye dışarıdan gelmiş yabancılar değil, binlerce yıldır bu toprakların sahipleri. Onlara anadillerini
haram eden bir sistemin, bir anlayışın Almanya’dan, orada yaşayan Türkler için ‘dil hakkı’ istemesi elbette ki analize değer bir durum.
‘
Avrupa Birliği çifte standartlı davranıyor’ gibi
manşetler atmayı çok seven bir milletiz, peki kendi çifte standartlı tutumlarımız ne olacak?
Çuvaldızı başkasına batırırken kendimize de
küçük bir
iğne batırmaya ne zaman cesaret edebileceğiz?