"Enver Paşa olmasaydı belki memleket diye bir şey kalmayacaktı" dedik, yine dünyanın tepkisini çektik. Müzmin Enver Paşa düşmanları "Ne diyorsun lan sen?" diye soruyorlar. Anlatayım:
Gardımız düşmüştü. Düvel-i Muazzama karşısında boynumuz kıldan inceydi.
Vatan topraklarını "bir tek kurşun atmadan" düşmana terk ediyorduk. "
Abdülhamit Han 33 yıllık saltanatı boyunca bir karış toprak vermedi" derler, ama o dönemin ilk 6 yılında
Kars, Batum,
Artvin,
Ardahan, Niş, Teselya, Dobruca ve
Kıbrıs sancakları ile
Bosna-
Hersek,
Tunus ve Mısır'ı kaybettik. Sonraki 27 yılda toprak kaybı olmadıysa da nüfuz kaybı hızla devam etti.
Devlet,
İstanbul'da
Osmanlı Bankası'nı basan
Avrupa destekli teröristleri cezalandırmaktan bile acizdi. Düvel-i Muazzama "Höt!" dedi mi akan sular duruyordu.
Rusya,
İngiltere,
Fransa ve dahi
Almanya ile
Avusturya aralarında anlaşıp Anadolu'yu "çalışma bölgeleri" adı altında emperyalist nüfuz sahalarına ayırıyor, her biri kendine düşen sahada fitne-fesat tohumları ekiyordu. Devlet, bu fesat operasyonlarını sineye çekmek zorunda kalıyordu. Miskin miskin çöküyordu Osmanlı.
Ruslarla
İngilizler arasındaki rekabete dayanan denge siyasetinin de miadı doluyordu. 9 Haziran 1908 günü Baltık kıyısındaki Reval şehrinde bir araya gelen Rus Çarı Nikola ile İngiliz Kralı 7. Edward, karşılıklı dostluk mesajları vermiş, 'safları sıklaştırma temayülü' sergilemişti.
"İttihatçılar Meşrutiyet Devrimi'ni yapmasalardı ve Abdülhamit'i tahttan indirmeselerdi Rus-İngiliz ittifakı kuvveden fiile çıkmazdı" diyemeyiz. "Trablusgarp İtalyan işgaline uğramazdı,
Balkan savaşları çıkmazdı" da diyemeyiz. Ve "Osmanlı ordusunun Balkanlar'da çil yavrusu gibi dağılmasının bütün sorumluluğu İttihatçılara aittir" de diyemeyiz. Ruslar 1878'de Osmanlı ordusunu darmadağın edip İstanbul kapılarına dayandıklarında –ve İstanbul'un işgali ancak İngiliz donanmasının intikaliyle önlenebildiğinde- devleti İttihatçılar mı yönetiyordu?
Gelelim Enver Paşa'nın faydalarına...
Enver Paşa, 1. Balkan Savaşı sırasında (1912) Trablusgarp'ta direniş destanı yazıyor ve bugünkü bağımsız Libya'nın temelini atıyordu. Balkanlar'da yaşanan felaketi engellemesi mümkün değildi, ama gerekli
yetki ve imkânı elde eder etmez Edirne'yi düşmandan geri aldı (Enver Paşa olmasaydı bugün
Selimiye Camii'ni görmek için Bulgaristan'a gitmemiz gerekecekti). 1914'te Harbiye Nazırlığı'na atanır atanmaz da orduyu tepeden tırnağa düzene sokmaya ve
tahkim etmeye başladı. Bu işte o kadar başarılı oldu ki, ahı kalmış vahı kalmış Osmanlı ordusu bir sene gibi kısacık bir zaman zarfında toparlanıp yedi düvele karşı savaşabilecek seviyeye geldi.
1912'de Bulgar,
Sırp ve Yunanlarla baş edemeyip Balkan cephelerinden can havliyle kaçan zavallı Osmanlı askerleri, 1915-1916 yıllarında Enver Paşa'nın genelkurmay başkanlığında Çanakkale'de İngiliz ve
Fransız imparatorluklarına kök söktürdüler. Yine 1916'da bu askerler Kut'ul Amara'da (
Irak) İngiliz ordusuna karşı muhteşem bir
zafer kazandılar; 20 binden fazla İngiliz askerini öldürüp, aralarında 13
general ve 481 subayın da bulunduğu 13.300 İngiliz askerini
esir aldılar. Balkan cephelerine birkaç ay dayanamayan Osmanlı ordusu, Cihan Harbi'ne üç sene dayandı;
Asya,
Afrika ve Avrupa cephelerinde aslanlar gibi savaştı; Mondros Mütarekesi'nin arefesinde bile zaferler kazandı, 15
Eylül 1918'te Bakü'yü fethedip Azerileri soykırımdan kurtardı.
"Milli Mücadele" de Enver Paşa'nın adam ettiği ordunun ve İttihatçı kadroların (yahut İttihat ve Terakki kökenli kadroların) omuzları üzerinde yükseldi. "İstiklâl Harbi"ni başlatsın diye kolordusunu
Mustafa Kemal Paşa'nın emrine veren
Karabekir Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Manastır şubesinin kurucularından değil miydi?
Yerimiz bitti, konuya yarın devam edelim.