Her şey fıtratı icabı olduğu yerde mi güzel, yoksa biz olması gerekeni olduğu yerde görmediğimizde mi panikliyoruz? Biliyorum karışık oldu biraz, hemen örnek vereyim:
'Mevsim normalleri' diye bir meteorolojik terim var biliyorsunuz. Yazın sıcağı, kışın soğuğu
mevsim normallerinde oldu mu umursamıyor insanlık. Ne zaman ki dünyanın
fabrika ayarlarıyla oynamaya başladı insanoğlu, homurtular yükseldi önce bilim çevrelerinden. 'Mevsim normallerinin altında (ya da üstünde)' diyerek uyardılar tüm insanlığı. Yazın havanın soğuması, kışın ısınması, yazın yağış, kışın kuraklık endişe verici olur hep.
Oysa geçtiğimiz gün sohbet ettiğim bir uzman, 'yeryüzündeki çevre dengesi belki de tarih boyunca en uyumlu dönemini yaşıyor' demişti ve ben şaşırmıştım.
Uzun ve
soğuk bir kışın ardından güneşin kendini kararlı bir şekilde gösterdiği günler -ki onlar da bugünler oluyor- şahane oluyor sevgili okur. Bir gün önce yağmurun ıslattığı asfaltlar bir yılan derisi gibi parlayıp alıyor gözlerimizi.
Güneş önce yansımasıyla gözleri alıyor sabahları. Evlerin camları, ağaçların yaprakları, kaldırımların taşları...
Pencereler aylar boyu yaşadıkları içe kapanıklığa inat odaları sabahın serin havasıyla buluşturuyorlar bugünlerde.
En çok da parklardaki cıvıltı müjdeliyor baharı.
Dört bir yan çocuk cıvıltısı, koşuşturması.
İlle de park bankları. Anneler, teyzeler, nineler dizi dizi diziliyorlar banklara... Ne tuhaf, insan çocukken de bu dönemlerde güneşlendiriliyor, yaşlandığında da!
Böyle bir sabah gördüm işte onu bir parkın köşesindeki bankta. Hemen yanında kontörü bitecek olan kız telaşla bağırıyordu birine. Üzerindeki üniformanın lakaytlığı belli ediyordu aslında dünyasını. Belli ki geç kalmıştı birileri buluşmaya. Kulak misafiri olmamak için özellikle gayret sarf etmek gerekiyordu bu durumda.
Yaşlı amca bütün desibel yüksekliğine rağmen sanki başka bir âleme dikmişti gözlerini. Güneş yapraklardan sekerek iniyordu parkın
metal/plastik karışımı salıncaklarına. İkide bir saatini
kontrol etmesinden belliydi ki, o da biri-ler-ini bekliyordu. Hışımla telefonu kapatan kız, yanından geçerken oralı bile olmadı.
Epey sonra '
dede' çığlığıyla inledi evlerin ortasında kıstırılmış şekilde duran park alanı.
Çocuklar umursamadı ama yetişkinler başını
yaşlı adama doğru çevirince tuhaf bir utangaçlık belirdi yüz ifadesinde. Bıcır bıcır bir çocuk koşarak geldi ve boynuna sarıldı. Hemen arkasında somurtuk yüzlü
genç bir kadın belirdi. Adamın olanca yumuşaklığına inat, kadın sert ve tavizsizdi. 'Çabuk' dedi azarlar gibi, 'Çabuk bir yere yetişmem lazım, beş dakka dursun, gideriz!' Çocukla dedesi ise değil kadını, dünyayı unutmuş gibi birbiriyle sarmaş dolaş olmuşlardı.
Kadın aksi ve sert, dede şefkatli ve yumuşacıktı. Yaşlı elleri torununun yüzünde gezdikçe damarlarındaki kan daha hızlı akıyordu adeta. Aptalca bir dalgınlıkla izliyordum tabloyu. Neden sonra kadın izlendiklerini fark ettiği an bankın ucuna yerleşip yapmacık bir fedakârlığa soyundu. 'İyi hadi beş dakika daha sevişin dedenle.'
Piyango çıkmış talihli gibi gülümsedi yaşlı adam... Sonra çocuğun elinden tutup salıncağa doğru götürdü. Çocuğu ittikçe hayata olan bağı sanki daha güçleniyordu. Salıncaktaki çocuk ona her yaklaştığında bedeninden beklenmeyecek bir maharetle saçlarını okşamaya çabalıyordu dede.
Bu muhteşem baharda aşk tablosunu kadının bitiş haykırması yıkıverdi. 'Tamam artık yeter!' dedi panikle. Çok önemli ihaleye yetişen birinin tavırları vardı kadında. Yaşlı adam peşin bir suçluluk ve zar zor duyulacak kısık bir sesle 'haftaya da getirir misin?' diye soracak oldu ama kadın
cevap bile vermeden çocuğu çekercesine alıp gitti.
Torunuyla gelini gözden kaybolana kadar arkalarından baktı yaşlı adam. Neler yaşadığı belli olmayan ihtiyar gözlerinde bir tutam yaş belirmişti.
Güneş ise bu kez yaşlı adamın sevgi gözyaşlarından yansıyarak müjdeliyordu baharı....